"Dördüncü Kadın," ismiyle yayımlanan ilk romanım, yeniden düzenlenmiş olarak "Kör Derede Büyür Kin," ismiyle çok yakında okuyucuyla buluşacak inşallah.

Uzun zamandır beklenen ve birinci baskısı "Dördüncü Kadın," ismiyle yayımlanan ilk romanım, yeniden düzenlenmiş olarak "Kör Derede Büyür Kin," ismiyle çok yakında okuyucuyla buluşacak inşallah.

Roman, derin psikolojik ve toplumsal temalarla ilgilenen, özellikle kültürel, tarihsel ve geleneksel konulara duyarlı okur kitlesine hitap etmektedir.

Romandan bir kesit...

Tahir, lahit soğuğunda titreyerek yerinden kalktı. Vücudu, soğuk rüzgârın etkisiyle kasılarak, her hareketinde sanki bir çelik telin üzerine basıyormuş gibi hissediyordu. Derin bir nefes alıp, duvara yaslandı. Küreği eline aldı ve evin arkasındaki arkı tıkayan dut yaprakları ve çalı çırpıyı temizlemeye başladı. Elleri deri gibi sertleşmişti, her biri sanki bir kütük gibiydi ama yine de kararlı bir şekilde çalışıyordu. Arkın suyunun narlara ulaşıp ulaşmadığını kontrol etmek için ilerliyordu. Su, tıpkı bir yılan gibi, kıvrılarak narlara doğru akıyordu; bu ona bir tür huzur veriyordu ama yine de içindeki kaygıyı tam olarak dindiremiyordu.

O sırada, Dalaz’ın oğlu Celal, köyün karşısındaki tarladan topladığı taşları katırına yükleyip, dereye doğru taşıyordu. Katırın hışırtısı, taşların ağır yükünü taşıyan hayvanın hareketleri, Tahir’in zihninde derin bir yankı uyandırıyordu. Sessizliğe son veren bir başka ses, Mir Mustafa’nın türküleriyle köye girmesiyle duyuldu. Katırını önüne katmış, dümdüz bir yolun sonunda neşeli bir türkü söyleyerek ilerliyordu. Bir an, Tahir de onun neşesine katılmak istedi ama içinde bir burukluk vardı; o an sadece dışarıdaki sesleri değil, kendi içine de yönelmişti.

Küreği yerine koyduktan sonra pencerenin önüne geçti. Diz çökerek sırtını duvara dayadı ve bir sigara sardı.

Tabakasından çıkan tütün, ellerinde öyle tanıdık bir his bırakıyordu ki, sanki her defasında yeniden keşfediyordu. Sigara, tren bacası gibi tüttü, duman dört bir yanı sardı.

Bir süre sigaranın dumanını derin derin içine çekti, sonra bitirdi.

Kalkıp mutfak penceresinden uzandı, sürahiyi aldı ve ayranı kana kana içti.

İçtiği her yudumda, içindeki bir boşluğu dolduruyormuş gibi hissetti, ama yine de tam olarak doyduğunu, huzur bulduğunu söyleyemezdi.

Yavaşça, biraz bekleyerek bir yudum daha aldı. İçindeki sıkıntıyı, başını ağrıtan düşünceleri bir kenara koymak istercesine, yavaşça yerden aldığı nacakla içeri girdi.

Hedefi belliydi: Fatma.

Fatma, ekmek yapıyordu. Tahir'in adımlarını duydu, ona dönmedi, yüzünü ekmek hamurunun üstüne eğmişti. İçindeki bir şey, ona yaklaşmak, nazik bir şekilde konuşmak istese de, tahammülsüzlüğü içini daraltıyordu. "Dağların gülü, ne yapıyorsun?" diye seslendi ama aldığı cevap, hüsranla dönüyordu. Fatma’dan hiçbir tepki alamayınca, ona kendini hatırlatmak için bir kez daha seslendi. "Ne oldu Fatma? Niye suratın bir karış? Neye canın sıkkın?" Ama cevap yine yoktu. Fatma'nın suskunluğu, bir dağın sertliği gibiydi; tahmin edilemez, kavranamaz… Bir şeylerin yanlış olduğunu biliyordu ama Fatma'nın sessizliği, bunu açığa çıkarmaktan daha derindi. İçindeki sıkıntıyı söze dökmek için birkaç adım daha attı ama yorgunluğunun, kendi kararsızlıklarının da etkisiyle, biraz daha yavaşladı.

Dizlerinin üzerine çöküp, Fatma’nın yanında bekledi. Bir süre sessizce durdu, ardından mırıldandı: "Yorgunum… Canım sıkkın… Seninle tartışmayacağım… Ne yaparsan yap, susacağım bugün."

Kelimeler, tıpkı bir avuç toprak gibi, geçici bir rahatlama getirmişti. Ama sanki her şey daha derin bir uçuruma düşüyordu. Biraz bekledikten sonra, daha yumuşak bir şekilde ekledi: "Acıktım. İki sıcak bazlama ver de karnımı doyurayım." Sesinde yorgun bir şehvet vardı, bir rahatsızlık ama aynı zamanda bir ihtiyaç... Yine de, Fatma ona tepki vermezken, Tahir hiç durmadan mırıldandı: "Patlayacak gibiyim Fatma. İçim bir tuhaf. Bir de sen surat asma."

Fatma’nın cevapsız bakışları, Tahir’i umutsuzluğa sürüklüyordu. O yüz, bir zamanlar sevgiyle dolu gülümsemelerle parlayan bir yüzken, şimdi içini daraltan bir uzaklıkla kapanmıştı. Ama Tahir, her şeye rağmen devam etti. Ters çevrilmiş sepetteki sıcak bazlamalardan iki tane aldı ve yan odaya geçti.

Yoğurdu dolaptan çıkarıp, masaya koyarak yemeye başladı.

Her lokma, her çiğneme biraz daha huzursuzlaştırıyordu onu. Karnı doydu ama ruhu hâlâ aç kalmıştı. Yemek bitince, bir anlık rahatlama hissetti, ama İçindeki gerilim, bir kış gecesindeki sessizlik gibi, hiç bozulmadan sürüyordu.

Oturduğu minderde geriye doğru yaslandı. Yastığın yumuşaklığına rağmen sırtında bir ağırlık vardı. Gözlerini kapadı ama uyuyacak hali yoktu. O kadar yorgundu ki bir türlü rahatlayamıyordu. Bir an önce bu karmaşayı, bu düğümü çözmesi gerektiğini hissediyordu. Fatma’nın yüzüne bakmaya cesaret edemiyordu; çünkü o yüz, bir zamanlar hayatına ne kadar anlam katmışsa, şimdi ona yalnızca boşluğu hatırlatıyordu.

Tahir, bir anlık huzursuzluk içinde gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Kocaman sinek, vızıldayarak burnunun dibine kondu, uykusunun derinliklerine dalmasına izin vermedi. Sinek, etrafında dolanarak her şeyin huzurunu mahvediyordu. Tahir mızmızlanarak, uykusunu kesen bu küçük canlıyı kovalamaya çalıştı. "Defol git başımdan," diye mırıldandı, ama sinek onu rahat bırakmadı. Yorgun bedenini zorlukla kaldırarak pencereye doğru yürüdü. Karşıda, sisle örtülü tepelere uzun uzun bakarken, zihni başka yerlere kaydı. Keklik avlarını düşündü, avcıların yavruları korumak için keklikleri nasıl peşlerine takıp uzaklaştırdığını hatırladı. Bir an, doğayla iç içe geçmiş o av sahneleri gözlerinin önüne geldi, ancak içindeki huzursuzluk, bir türlü kaybolmayan bir gerilim, onu asıl düşündüren şeydi. O sırada, Fatma odadan içeri girdi. Bir kelime etmeden, gözlerini ona dahi çevirmeden, elindeki demliği yere koydu ve sessizce odanın köşesine doğru ilerledi. Tahir, göğsünde bir gerginlik hissederek ona bakmaya başladı. Fatma'nın bakışları ona ulaşmadan, hafif bir ürpertiyle yerinden kalktı. Ama o kadar yavaştı ki, her hareketi, içindeki karışıklığı daha da derinleştiriyordu. Onunla arasındaki mesafe gittikçe kapanırken, aklındaki düşünceler birbiriyle çarpışıyordu. Nefes alışları hızlandı, kalbi bir anda hızla çarpmaya başladı. Fatma, adımlarını yavaşlatmıştı, ancak bir an duraksadı ve son bir kez arkasına döndü. O bakışta bir şey vardı. Bir şeyler kırılıyor gibiydi. İşte o an, Tahir’in içinde bir şey kırıldı. İçindeki güdü onu hızla harekete geçirdi. Bir anlık kararsızlık, sonra bir patlama gibi, sert ve keskin bir hareketle Fatma’nın bileğinden yakaladı. "Gitme," dedi. Bu söz, ne korku, ne de arzu gibiydi. Tahir’in sesindeki kararsızlık, o kadar derin ve karmaşıktı ki duyanın içinde her türlü duyguyu uyandıracak kadar güçlüydü. O an, her şeyin öncesi ve sonrasını unutarak, sadece bu anın içinde bir araya gelmişti.

Fatma, bir an bileğini çekmeye çalıştı, ama Tahir’in kuvveti karşısında direnişi yavaşça eriyordu. Tahir, hızla, acelesi varmış gibi, onu kucakladı. Fatma’nın bedeni yorgundu; gün boyu çalışmış, her adımı, her hareketi biraz daha tükenmişti. Ama o an, tüm savunmasızlığıyla, tahammülsüz bir şekilde Tahir’in kollarına bıraktı kendini. Tahir’in elleri onu sararken, sanki bedeniyle birlikte tüm huzursuzluklarını da sarmış gibi bir his vardı. Fatma, kalbinin derinliklerinden gelen bir isyanla, onun kucaklayışına karşı koymak istedi. Ama yorgunluk, tüm bu duyguların önüne geçmişti. İçindeki isyanı, bedenindeki yorgunluk susturdu, güçsüzleştirdi. Tahir, gözlerinde parlayan ihtirasla, o anın içine doğru çekildi. Gözlerini kapattı. Her şeyden, her karışıklığından ve düşüncesinden sıyrılmaya çalıştı. İçindeki gerilim, bir zaman sonra kayboldu. O an, sadece o anı hissetmeye çalıştı. Kollarındaki güç, ona güven veriyordu. Ama bu güvenin, bir tür tutsaklık olduğunu bilmeden, içinde gizli bir rahatsızlık da büyüyordu. Fatma’nın suskunluğu, bir şeyleri hissettirmeden geçiyordu. Onun bedenini hissettikçe, o sessizlik daha da derinleşiyordu. Tahir, bu anın ne kadarını hak ettiğini düşünmeden, yalnızca o anın içindeki duyguyu hissetmeye devam etti.