Endüstri Meslek Lisesine başladığım 1976'da Adıyaman Belediyesinin iki otobüsü vardı. Biri sarı renkli burunlu ve uzun, diğeri kırmızı önü ve arkası kesik, kısa
Endüstri Meslek Lisesine başladığım 1976 senesinde Adıyaman Belediyesinin iki otobüsü vardı. Biri sarı renkli, burunlu ve uzun, diğeri kırmızı, önü ve arkası kesik, kısa. Okul şehir dışındaydı. Öğrenciler ya yürüyerek gelirlerdi ya da bisikletle. Belediye otobüs saatleri Sümerbank fabrikası işçilerinin çıkışına göre ayarlandığı için okul saatleri ile örtüşmezdi çoğunlukla.
Bir de Bozbey yolundan yürüyerek gelirlerdi ki bu yol da daha çok gündüzleri kullanılırdı. Geceleri karanlık ve tehlikeliydi. Kışın günler kısaldığından okul çıkışı çok karanlık olurdu.
Ayrıca çok dardı. Yürürken ağaç dallarına sürtünürdünüz. Dallar başınıza gözünüze gelirdi.
Harika doğası vardı ama. Dere, çeşme, ceviz ağaçları, mis gibi kokan iğdeler, yaprakları parlayarak titreyen kavak ve söğüt ağaçları, iri iri dutlar, erikler, kayısılar, her an önünüze çıkacak zom zom itler, eşekler, sarhoşlar… Şarapçılar ve rakıcılar derelerde bahçe sınırlarında oturur, içerlerdi. Arada atarlardı. Sarkıntılık etmezlerdi, ama bağırıp çağırarak rahatsızlık verirlerdi. Marul bahçeleri, lahana tarlaları, erik ağaçları ve buz gibi suları ile her yolun içinde çeşmeler…
Biz okulun karşısında, çoğunlukla Sümerbank işçilerinin olduğu mahallede oturduğumuz için bu problemi yaşamadım. Okula gidiş gelişler sorunsuzdu. Beş dakikalık mesafeydi. Ne karanlık korkuturdu ne sarhoş naraları. Ne itler korkuturdu ne cebindeki tornavida ile yolun kesecek sözüm ona dünyayı kurtaracak idealistler… Babamın beni bu okula gönderme sebebinden biri buydu. Okul yakın ve güvenliydi. Güvenliydi, çünkü olay yoktu. Kavga yoktu. Sağ sol yoktu. Gerçi son sınıfta burada da başladı ya, o zaman da askeri darbe oldu.
Endüstri Meslek Lisesi öğrencileri genellikle kısa yoldan meslek öğrenmek isteyenlerin geldiği okuldu. Yetmiş öncesini bilenler bilir, anarşi olayları tavan yapmıştı. Sinemalar, kahveler taranıyor, geceleri evden çıkmaya korkardık.
Bir de liselerde her gün olay olurdu. Sakin günümüz yoktu. Mutlaka sebep bulup birbirimize girerdik. Ağzımızı burnumuzu kırar, kan içinde kalırdık. Karakola götürülenler ertesi gün gelir derslere girerlerdi.
Dünya görüşünüz, inancınız, hassasiyetleriniz, ülke gündemi, okuduğunuz kitaplar, seyrettiğiniz filimler, beğendiğiniz artistler seçeceğiniz mesleği, gideceğiniz üniversiteyi ve alacağınız görevi, yapacağınız hizmeti belirlerdi.
İlginçtir, emperyalizm, kominizim, faşizm, Marksizm, liberalizm, proletarya, sermaye, emek, katma değer gibi başlıklar ve isimler dillerde pelesenk olduğu bu sıralar ben, Siyonizm, Bilderbeg Grup, Mason, Evanjelizm gibi Ezoterik kavramlar ve deyimlerle ilgilenirdim daha çok. Ülkeyi ve gençliği meşgul eden kavgaların ve deyimlerin arka planında bu kavramların ve eğilimlerin rolü olduğunu düşünürdüm.
En büyük sorun kitap bulmaktı. Bulabildiğiniz kitapta adı geçen diğer kitapları bulabilme şansınız yoktu. Ya yasaktı ya Türkçe baskısı yoktu. Gerçi olanlar da 12 Eylül askeri darbe ile ya toplatıldı ya da yakıldı.
Dönelim okula. Adıyaman’a... Yetmişli yılların Adıyaman’ına…
Şehrin mahallelerini, sokaklarını, oyunlarını yazacak değilim. Hem buraya olmaz hem de yazının omurgasından çıkmış olurum. Daha çok o günün zor ve kısıtlı imkânları ile yaşamanın, hayattan aldığımız lezzetin bugünkünden daha iyi olduğunu anlatmaya çalışacağım.
O günkü fotoğrafı doğru ve eksiksiz anlatabilirsem şimdiki nesil karşılaştırma yaparak aradaki farkı kendileri bulur zaten. Ayrıca yoruma gerek kalmaz.
Köylerden okumaya gelenler yurt olmadığı için evlerde kalırlardı. Varsa kardeşlerinin yahut akrabalarının evlerinde yoksa oda kiralayıp burada kalırlardı. Evler toprak ve küçüktü. Bazen iki, hatta üç aile aynı evde kalırdı. Her aile evin bir odasını kullanırdı. Tuvalet ve mutfak ortaktı. Banyo yoktu. Kapıların arkalarına yahut odaların bir köşesine döktükleri bir metrekarelik düz beton banyo görevi görürdü. Kapıyı kitler, o soğukta banyo yapardınız. Su, yazın güneşte, kışın sobaların üstünde ısıtılırdı. Şebeke suyu yoktu. Her evin kuyusu vardı. Televizyon evlere yeni yeni giriyordu. Biz ilk televizyonu 1976 da aldık. Sierra marka 10 kanallı bir televizyon. On kanal, ama tek kanal vardı. Siyah beyaz. Sanırım yedi yahut sekizde haberlerle açılır, gece on bir, on iki gibi de yine haberlerle kapanırdı. Haftada bir gün yerli sinema vardı. TRT koroları, belgeseller, yabancı diziler seyrederdik. Küçük Ev, Dallas, Bonanza, Kökler, Zengin ve Yoksul hatırladıklarım. Hafta sonları eğlence ve spor programları olurdu. Açılışta kıs kısa çizgi filimler olurdu ki ben lise talebesi olarak bayılırdım. Arı Maya, Heidi, Tom ve Jery, Jetgiller, Ayı Yogi bazıları…
Öğrenciler tek odalı bu evlerde ailelerden farksızdı. Mutfak, yatak odası, oturma odası, salon, banyo, balkon her şey bir oda. Çamaşır yıkanır, banyo yapılır, yemek yenir ve yan yana dizilen yataklarda yatılır, sabah uyanır uyanmaz yataklar toplanır, sofra serilir, kahvaltı edilir, sofra toplanır, bir köşeye konur, okula gidilir.
Farelerle böceklerle geçer hayat… Karıncalar, solucanlarla geçer. Sinekler, arılarla geçer. Serçeler, güvercinler, itler, eşekler… Koyun boku, keçi sidiği, inek böğürmesi ile harmanlanır hayat.
Türkiye’nin, hatta dünyanın nereden nereye geldiğini anlatmak değil maksadım. Konforsuz hayatın daha lezzetli olduğunu anlatmaya çalışıyorum.
Seneye nasıl bir otomobil alacağımızı ya da kaç odalı bir evde ve nasıl bir mobilya, halı kullanacağımızı hayal etmiyorduk.
Moda, cep telefonu merakımız yoktu.
Tebessüm ederdik. Dokunurduk. Çamurlu ayakkabılar, kirli pantolonlar, akan damlardı adamlığımız. Omuzlarda giden tabuta bir omuzda sen verir, gözden kaybolana dek ayakta dururduk. Eksiktik, ama tamdık. Azdık, ama çoktuk. Yoktuk, ama vardık. Ömrümüz kısa, ekmeğimiz katıksız, suyumuz bulanıktı, ama nefretsizdi bakışlar. Berraktı. Sevgiyle ağlardı çocuklar. Üşümüşlüğümüze ısınmıştık. Öleceğimizi bilirdik.