Çocukken her 23 Nisan sabahında içimi tarifsiz bir coşku kaplardı, bayram sabahı duyduğum heyecanı hâlâ hatırlıyorum.

Çocukken her 23 Nisan sabahında içimi tarifsiz bir coşku kaplardı, bayram sabahı duyduğum heyecanı hâlâ hatırlıyorum. Renkli balonlar, rafyalar, 23 Nisan Köşeleri, okullarda düzenlenen törenler, halk oyunları, yarışmalar, Atatürk posterleriyle ve bayraklarla süslenmiş sınıflar... O zamanlar ne büyük bir bayram olduğunu içgüdüsel olarak bilirdim ama bugün, yıllar sonra bu bayramın ardındaki anlamı çok daha derin kavrıyorum ve günümüz ile kıyasladığımda ister istemez içim burkuluyor, kaybedilen onca değerler arasında çocukluğumdaki bayramları da görmek oldukça üzücü… 

23 Nisan 1920, yalnızca bir meclisin açılış tarihi değildir. Aynı zamanda bu topraklarda halkın kaderini eline aldığı, egemenliğini saraylardan alıp millete verdiği gündür. Ve Atatürk, bu günü yalnızca “Ulusal Egemenlik” olarak adlandırmamış, aynı zamanda “Çocuk Bayramı” ilan ederek, geleceğin teminatını çocuklara emanet etmiştir. İşte bu yüzden bu bayram hem geçmişin izlerini taşır hem de geleceğe açılan bir kapıdır.

Tarihçi Sinan Meydan’ın Panzehir kitabında yer alan bir bölümde 23 Nisan 1920 günü, Meclis’in açılışının ardından Atatürk’e günün adı sorulduğunda verdiği cevap: “Bugün bizim açtığımız meclis çocuk kalır. Onun için, bugünün adına çocuk bayramı diyelim. Bu çocuk büyüsün, kendi zaferini kendisi ilan etsin.” Bu sözdeki tevazu, bilinç ve öngörü, yalnızca bir liderin değil, büyük bir düşünürün yansımasıdır.

O çocuk büyüdü mü, yoksa yine çocukluk hâline mi döndü? Zira millet egemenliğinin yavaş yavaş içinin boşaltıldığını, Meclis’in yetkilerinin sembolik hâle geldiğini, halkın iradesinin yerini tek bir şahsın kararnamelerine bıraktığını görüyoruz. Oysa Atatürk ne diyordu:
“Egemenlik, hiçbir mânâ, hiçbir şekil ve hiçbir renkte ve işarette ortaklık kabul etmez.”

Egemenlik ya bütündür ya da hiçtir. Paylaşılamaz. Sarayla, zümreyle, hanedanla bölüşülemez, bölüşülmemelidir.
Atatürk bu gerçeğin farkındaydı. Saraya ve emperyalizme karşı halkın kaderini kendi ellerine alması gerektiğine inanıyordu. En yakın arkadaşları bile Cumhuriyet fikrine mesafeli yaklaşırken, o halkın iradesine güvenerek adım adım bu devrimi örgütledi. 
Nutuk’ta şöyle diyordu:
“Ben milletin vicdanında ve geleceğinde hissettiğim büyük gelişme yeteneğini, millî bir sır gibi vicdanımda taşıyarak yavaş yavaş bütün bir topluma uygulatmak zorundaydım.”

İşte liderlik, tam da budur. Geleceği görebilmek, sabırla, kararlılıkla o hedefe yürümek…
Ve işin en çarpıcı yanı şudur: Bu büyük devrim, çocuklara emanet edilmiştir. Çünkü Atatürk’ün gözünde çocuk, yalnızca korunması gereken bir varlık değil, aynı zamanda geleceğin kurucusudur. Bu anlayışla Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin öncülüğünde 1927’den itibaren 23 Nisan’lar “Çocuk Bayramı” olarak kutlanmaya başlamış, Atatürk bizzat bu organizasyonların içinde yer almıştır.

Ne var ki, bugün bu çocuklara ne kadar sahip çıkabiliyoruz? Yozlaşan toplum düzeninin, adaletsizliklerin ve ihmallerin gölgesinde çocuklarımız karanlık hikâyelere mahkûm ediliyor. Çocuk işçiliği hâlâ acı bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Oyun çağında, ağır koşullarda çalıştırılan, eğitimsiz bırakılan binlerce çocuk var. Çocuk istismarları ve ölümleri ise yürek parçalıyor. Hatırlayalım: Henüz 7 yaşındaki Narin, defalarca şikâyet edilen bir adam tarafından katledildi. Mahkeme salonlarında olayın üzeri örtülmeye çalışıldı, raporlar değiştirildi, kamuoyu susturulmak istendi. Narin’in çığlığı hâlâ kulağımızda çınlıyor. Bu topraklarda çocuk olmak bazen bir mucizeye dönüşebiliyor.

Eğitim sistemimiz ise sürekli değişiyor; müfredatlarla, sınav sistemleriyle oynanıyor. Her gelen bakan başka bir “reform” yapıyor, ama çocuklarımızın zihni bulanıyor. Kaliteli eğitim bir ayrıcalık hâline geliyor. Öğrenciler her sabah umutla değil, endişeyle uyanıyor. Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” sözü, bugün yalnızca sınıf panolarında asılı kalıyor.

Ve bu sadece bizim coğrafyamıza özgü bir sorun değil. Tüm dünyada çocuklar zulüm görüyor. Afrika’nın kurak topraklarında bir yudum su bulamadan can veren bebekler… Küresel sistemin sömürdüğü kaynaklar yüzünden aç kalan milyonlarca masum… Filistin’de bombaların hedefi olan çocuklar, enkaz altından çıkarılan minik bedenler… Biz 23 Nisan’ı coşkuyla kutlarken, dünya çocuklarının büyük bir kısmı hayatta kalmaya çalışıyor. Oysa Atatürk demişti ki:
“Yurtta barış, cihanda barış.”
Çünkü çocukları koruyamayan bir insanlık, barışı da özgürlüğü de hak edemez.
Milli egemenlik, sadece bir yönetim biçimi değil, aynı zamanda bir sorumluluktur. Birey olarak hepimizin, özellikle de gençlerin, bu emanete sahip çıkması gerekir. Gençliğe hitabesinde söylediği gibi:

“Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.”

Bu çağrı hâlâ geçerlidir. Çünkü ulusal egemenlik her gün yeniden savunulması gereken bir değerdir. Sandıkta, sivil toplum örgütlerinde, sokakta, okulda, fikirde… Her alanda bu mücadelenin neferi olmak zorundayız.
Bugün 23 Nisan. Sadece çocukların değil, aynı zamanda bu milletin hürriyetinin bayramı. Bu günü hakkıyla kutlamanın en doğru yolu, yeniden milletin meclisini kurmaktan, vekilleri halkın doğrudan seçeceği bir düzeni tesis etmekten, her çocuğun umutla büyüyeceği bir ülke inşa etmekten geçiyor. Aksi hâlde bu bayram sadece bir hatıradan ibaret kalır.

Atatürk der ki:
“Millî egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur.”
İşte bu ışığın sönmemesi için, geçmişe minnetle, bugüne sorumlulukla ve geleceğe umutla bakmalıyız.
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız kutlu olsun. Egemenliğimizin sahibi çocuklara, gençlere ve her daim mücadele eden halkımıza armağan olsun.
Güneş ALTUNER - 22.04.2025 -