Nar çubuğunun acısı hâlâ içimde. Her hatırladığımda aynı sızıyı hissederim. Ve o an, öğretmenimin o sert bakışları, yumuşak sesi… Her şey birbirine karışır.

Şubat'tı ve her taraf karla kaplanmıştı. Yerde neredeyse yarım metre kar birikmişti. Damlardan düşen kar, gredeylerin topladığı karlarla birleşince, evin çatısına kadar ulaşmıştı. Bazı köy yollarının kapanmış olduğunu duyuyorduk. Bahçemizdeki ağaçların dalları, karın ağır yükünden kırılmak üzereydi. Arada bir "Küt!" diye bir ses duyuluyordu. Babam, dışarı çıkanları sürekli uyarıyor, "Dikkatli olun!" diyordu. Her an tepemizden aşağıya kar düşebilir, diyordu.

Tuvalet ve odunluk dışarıda olduğu için, ister istemez her gün birkaç kez dışarı çıkmak zorundaydık. Sabah bir, akşam bir olmak üzere, günde en az iki kez odun taşıyorduk. Sobanın sürekli "güp, güp" sesleri çıkmasını istiyordu babam. Kışın soğuğunda, o sesi duymak bana da huzur veriyordu, doğrusu. Ama her gün en az iki kez odun taşımak oldukça yorucuydu. Kardan ötürü her şeyin daha zorlaştığı bu dönemde, sobanın ısısını sağlamak için odun taşımak, bir tür yaşam mücadelesine dönüşüyordu.

Ablamla birlikte Bir Aralık İlkokulu’na gidiyorduk. İkinci sınıftaydık. Ablam, benden iki yaş büyük olmasına rağmen, babam bizi ikiz kaydettiği için aynı sınıftaydık. O zamanlar dolmuş yoktu, bu yüzden her gün altı yedi kilometreyi yürüyerek kat ediyorduk. Okula giderken annem, bize kendi ördüğü hırka ve yelekleri giydiriyordu. Ayrıca, iki çift eldiven de ördürmüştü, ancak bir çiftini getirdikleri için sağ tekini ben, sol tekini ise ablam takıyordu. Sıkılınca yer değiştiriyorduk. Ayaklarımızda naylon çizmeler vardı. Ablamın çizmeleri astarlıydı, benimki ise astarsızdı. Aynısından ben de istiyordum ama babam, “Seninkiler daha yeni, eskisin, öyle alırım,” diyordu. Bir an önce yırtılmalarını istiyordum.

Okula, dar yol dediğimiz Bozbey yolundan gidiyorduk. Gerçekten çok dardı; iki kişi yana yana zor yürüyorduk. Yolun sağında ve solunda çalılık ve dikenlikler vardı, bu yüzden yolun sonuna kadar sürekli çalılara takılıyorduk. Karşıdan biri geldiğinde kenara çekilip geçmesini bekliyorduk. Baharda o yol, gerçekten çok güzelleşiyordu. Her taraf yemyeşil olurdu, kuşların cıvıltıları eksik olmazdı. Böğürtlenler, kuşburnu, dağın eteklerindeki dut ve incir ağaçlarının arasından geçerek ilerliyorduk.

Hafta sonu çok kar yağmıştı. Babam, Pazartesi günü okula gitmeyebileceğimizi söylemişti, ancak biz dersleri kaçırmak istemediğimizi belirterek bunu kabul etmedik.

Pazartesi sabahı heyecanla yola koyulduk. Tek korkumuz, bahçesinde köpek bulunan o iki katlı, çatılı evin önünden geçmekti. Evden uzaklaşana kadar sürekli arkamıza bakıyorduk, sanki köpek birden çıkıp peşimizden gelecekmiş gibi.

Benim sol elim cebimdeydi, ablamın sağ eli cebindeydi. Çoraplarım kalın olmasına rağmen ayaklarım hâlâ üşüyordu. Kar iyice donmuştu. Her adımda “kırt, kırt” diye sesler çıkıyordu. Bazı yerlerde çizmelerimize kar doluyordu. Onları çıkarıp karı döktükten sonra yola devam ediyorduk. Köpeğin olduğu eve yaklaştıkça yavaşladık, neredeyse nefesimizi tutarak yürüdük. O evin önünden geçerken birden köpeğin bağırarak dışarı fırlamasından korkuyorduk. Sonra bir anda yolu değiştirip karşı tarlanın içinden yürümeye başladık. Her adımda karın altındaki sert toprak, “kart, kart” diye sesler çıkarıyordu. Dikkatli bir şekilde ilerledik, çünkü her an ipinden kurtulup üzerimize doğru koşacak gibi hissediyorduk. Yavaşça ve sessizce yürüyerek, köpeği geride bırakıp evden uzaklaştık.

İki dereyi, iki çeşmeyi, çokça söğüt, kavak ve dut ağaçlarını geçtikten sonra nihayet şehre varmıştık. Bugün de köpeğe yakalanmadan bu yolu tamamlamıştık. Arkadaşlarla buluşacağımız için çok sevinçliydik. Kayacak, kartopu oynayacak, kardan adam yapacaktık. Mahallede hiç arkadaşımız yoktu, bu yüzden okul arkadaşlarımızı çok seviyorduk.

Çarşıda her yer buzla kaplanmıştı. Karlar temizlenmişti, ancak buzlar hâlâ duruyordu; bu yüzden yürümek çok zordu.

Okula vardığımızda, diğer öğrenciler çoktan içeri girmişti. On dakika gecikmiştik. Müdür, her zamanki gibi elinde uzun bir nar çubuğuyla bizi karşıladı. Uzun yoldan geldiğimizi bildiği için anlayışla karşılayacağını düşünerek rahat bir şekilde merdivenleri çıkmaya başladık.

"Günaydın," dedikten sonra hemen geçip gidecektik. Ancak merdivenlerin ortasına geldiğimizde ayağım kaydı, az kalsın düşecektim. Tam müdürün yanına vardık ki, durmamızı istedi.

Yolumuzun üstündeki evin bahçesinde bağlı köpek, içimize saldığı korkuyu bir kat daha artırarak, gerçekten bir korku dalgası gibi üzerimize geldi. O an, içimizdeki endişe tüm gücünü gösterdi.

“Buyurun öğretmenim,” dedik, sesimiz titreyerek.

“Niye geç kaldınız, açın elinizi,” dedi öğretmenimiz, gözlerinde bir soru işaretiyle.

O anda, babamın “İsterseniz bu hafta gitmeyin,” sözleri aklıma geldi. Keşke babamı dinleseydim, diye düşündüm içimden. En azından o zaman bu kadar acı çekmeyecektik. Eldivenlerimiz, soğuktan korunmak için takılmıştı ama şimdi acıyı daha da derinleştiriyordu. Bunu bilerek, elimizi öğretmenimize doğru uzattık, ama yine de her hareketimizde bir korku vardı.

“Çıkarın eldivenleri,” dedi öğretmenimiz, kararlı bir şekilde.

Eldivenleri çıkarırken, ellerimiz soğuk ve kırmızıydı. Her bir parmağımızda nar çubuğunun acısı vardı, sanki her dokunuş bir yara daha açıyordu. Ve gözlerimiz, bir anda yaşardı; ablamla aynı anda, gözlerimizden süzülen yaşları tutmaya çalıştık ama başaramadık.

Nar çubuğunun acısı hâlâ içimde. Her hatırladığımda aynı sızıyı hissederim. Ve o an, öğretmenimin o sert bakışları, yumuşak sesi… Her şey birbirine karışır.

Sevgili öğretmenim, canım öğretmenim… Seni seviyorum. Nur içinde yat.