İlkokulda bir arkadaşım vardı. Aynı sınıftaydık, aynı sırada otururduk. Derslerde hiç Türkçe konuşmadan ikinci sınıfa geçmişti. Hem de haftanın üç günü okula gelmeyerek ve geldiği günlerde de çoğu kez dersten kaçarak.
Hem okula gelmemesinin hem de derslerden kaçmasının nedeni öğretmenin sorduğu sorulara Türkçe cevap verememesindendi.
Her defasında onu yakalayıp okula getirmek ya da okula gelmediği günlerde gidip evinden almak görevi bana verilirdi. İlk okuldan kaçışında, öğretmene evini bildiğimi söylemiştim çünkü. Her defasında onu yakalayıp okula getireceğim ya da evde mi değil mi öğreneceğim diye çoğu kez ben de derslere giremezdim.
Dünyayı bir uçtan bir uca koşmak, derslere girmekten daha kolay geliyordu ona. İkinci sınıfa geçtiğimizde de değişen bir şey olmamıştı. Matematik dersinde öğretmen ona hep aynı soruyu sorardı: “İki, bir daha kaç eder?” Ama cevabını hiçbir zaman alamazdı. Alamayınca da elindeki sopayla onun kafasına kafasına vururdu. Sonra öğretmen, sayılarla anlatamadığını şekillerle anlatma yolunu seçer, tahtaya resimler çizerdi.
Çizdiği resimler nedense hep elma olurdu. Önce iki elma resmi yapardı yan yana, sonra koca bir artı işareti yapar, tahtanın uzak bir köşesine de bir başka elma resmi çizerdi. Ve sorardı:
“Senin iki elman var, işte bu iki elma senin, şu köşede gördüğün elmayı da ben sana veriyorum, söyle bakalım, kaç elman oldu şimdi?”
Öğretmene bakar, tahtaya bakar, elmalara bakar, etrafına bakar susardı. Susması, soruyu anlamadığı anlamına gelirdi.
Soruyu bir kez de biz kendisine Kürtçe olarak tercüme ederdik. Tahtadaki elma resimlerine bakıp, “Örtmen bu sefikleri bana mı verecek?” derdi muzipçe.
Uzun süre sorusuna cevap alamayan öğretmen, elindeki sopayla onun kafasına vurur ve saymaya başlardı: “Bu bir elma senin, bu ikinci elma da senin, şimdi bu elmayı da ben sana veriyorum. Söyle bakalım kaç sopa indirdim kafana?”
Kafasına yediği sopalardan sonra çaresizce etrafına bakınır, lâkin tek kelime etmezdi. Öğretmen değil üç, otuz üç sopa da indirse kafasına hiç istifini bozmaz, dimdik bir şekilde, ayakta, kafasına indirilen sopaların bitmesini beklerdi. Gözlerinden dökülen yaşlar yanaklarına süzülür ağladığı belli olmasın diye sesini çıkarmazdı. Ta ki öğretmen, otur yerine deyip arkasını dönünceye kadar. Sonra da öğretmen arkasını döner dönmez, yerine oturmadan bir yolunu bulup sınıftan kaçardı.
Türkçeyi anladığını, iyi kötü derdini anlatacak kadar konuşabildiğini bildiğimiz halde, öğretmenin hiçbir sorusuna neden tek kelimeyle de olsa Türkçe cevap vermediğini bir türlü anlamazdık. Türkçe sorduğumuz bütün sorulara da Kürtçeyle karşılık verirdi.
Öğretmen ne zaman tahtaya elma resimleri çizse, kulağıma eğilir: “Örtmen yine sefikileri mefikileri çizip ellahıma kafamizi kirdirecek” der ve çoğu kez ders esnasında pencereden atlayarak sınıftan kaçardı. Farkına vardığımızda iş işten geçmiş olurdu. Peşinden ya Nakıbın havuzuna kadar koşar, ya mahalle aralarında kedi fare oyunu oynardık.
İkimizin de artık bırakın koşacak, yürüyecek takati kalmadığında saatler geçmiş, ders çoktan bitmiş olurdu. Soluk soluğa kan ter içinde onu eve bırakır, annesine sıkı sıkıya yarın okula gelmesi gerektiğini söylerdim.
Annesi beni her gördüğünde, “Bu soyha yüzünden sen de yoruluyorsun, senden başka arkadaşı da yok, ne olur öğretmene söyle onu fazla dövmesin” deyince, ağlamamak için kendimi zor tutardım. Yemek ısrarını da, ya aç değilim, ya da evde yiyeceğim, diyerek geçiştirirdim.
***
Üçüncü sınıfa geçtiğimizde kendisini hiç göremedik. Kimi eve hiç uğramadığını, her gün bir akrabasında kaldığını, kimi de, kaçıp gittiğini söylüyordu. Herkes gibi ben de çok merak ediyordum kendisini. Okulların açılmasının üzerinden bir ay geçmesine rağmen kendisini gören olmamıştı.
Bir gün akıbetini öğrenmek için okul çıkışı evlerine gittim. Daha önce de evlerine defalarca gittiğimden annesini tanıyordum. Annesi, avluya sermiş olduğu bir çulun üzerinde oturmuş, başı önünde, yanına sokulan kedinin tüylerini okşuyordu.
Beni görünce birden ayağa kalktı. Ben de kalkmasın diye hızlıca yanına gidip, elini öptüm. Ama o beni dinlemedi, ayağa kalkıp bana sarıldı, sonra oturup uzun uzun ağladı. Ben öylece duruyor, sakinleşmesini bekliyordum. Neden geldiğimi biliyordu. Tülbendinin ucuyla gözyaşlarını silerken, bana hiç bakmıyor, az önce olduğu gibi kedinin tüylerini evladının başını okşar gibi usul okşamaya devam ediyordu. Neden sonra;
“Okulun açıldığının ilk günlerinde her sabah okula gidiyormuş gibi önlüğünü giyip, çıkıyordu evden. Ama akşamları hiç ders çalıştığını görmüyorduk. Sonra çantasını kurcalayınca defterlerinin hiç karalanmadığını gördük. Sebebini sorduğumuzda, “okullar yeni açıldı, öğretmen ödev vermiyor, diyordu.
Mahalleden bir çocuk, kendisini okulda hiç görmediğini söyleyince kuşkulandık. Biraz üstüne gidince, her şeyi itiraf etti. Öğretmenin korkusundan okula gitmiyormuş. Sabahları okula gidiyor gibi yapıp, ders bitinceye kadar orda burda geziniyormuş.
Babası durumu öğrenince çok sinirlendi. Bağırdı, çağırdı. Ben sizin için akşama kadar amelelik yapıyorum siz okuldan kaçıyorsunuz. Benim gibi mi olmak istiyorsunuz? Gibisinden laflar etti. Bir yandan babası bir yandan ben fazla üzerine gidince de evden kaçtı.
Günlerce gelmedi eve. Eve gelirse onu zorla okula göndereceğimizi düşündü. Günlerce dışarıda, ormanda, bir kayanın dibinde yattı, eve getiremedik. Çocuğun içindeki korku gittikçe büyüdü, baktık olacak gibi değil, İstanbul’daki akrabalarımızın yanına gönderdik. İş bulup çalışacakmış…”
***
Yıllar sonra karşılaştık kendisiyle. Hem de okuldan kaçıp, beni peşinden koşturduğu yerlerden birine yakın bir yerde. Son derece düzgün bir Türkçe’yle, “beni tanımadın mı?” dedi.
Onu tanıyamamıştım. “Kusura bakma, tanıyamadım” dedim.
Elini başına götürüp, kaşır gibi yaptıktan sonra muzipçe bir ifadeyle, “söyle bakalım” dedi, “İki sefik, bir sefik daha kaç eder?”
Hatırlamıştım, kim olduğunu biliyordum artık.
Benim bir şey söylememe gerek kalmadan kendisi cevapladı sorusunu, “üç eder” dedi, “üç!”
“Demek sonunda öğrendin üç ettiğini, keşke o zaman bilseydin de kafana o sopaları yemeseydin” dedim, gülerek.
“Ben” dedi, “okula gitmeden de onun üç ettiğini biliyordum. Ama Türkçem iyi olmadığı için mahallede okulda herkes bana gülüyordu, utanıyordum. Üstelik bana gülenler de benim gibi Türkçe konuşamayanlardı. Ben de onlara gülüyordum bazen. Öğretmenim de düzgün konuşamadığımdan dolayı benimle alay ediyordu. Birilerinin Türkçem bozuk diye dilimle alay edip gülmesindense kafama sopa yemeyi tercih ediyordum. Bugün yarın, bugün yarın konuşurum derken konuşamadım. İşte uzun zaman konuşmayınca da sonradan konuşmamaya inat ettim.”
Yüzüme baktı, elini kafasına götürdü, şöyle bir iki sıvazladıktan sonra, “Biliyor musun dedi, “kafamdaki şişlikler hiç inmeyecek sanmıştım, geceleri kafamdaki şişliklerden başımı yastığa koyup uyuyamıyordum. Sabahlara kadar bir sonraki gün başıma neler geleceğini düşünüyordum. Elim sürekli kafamda, başıma her an sopa indirilecek gibi bekliyordum. Peşimden koşmaktan sen de çok yorulurdun. Hakkını helal et, olur mu?”
Sarıldım. Simasını unutmuştum ama kendisini hiç unutmamıştım.
“Şimdi neredesin?” dedim, “ne âlemdesin, neyle uğraşıyorsun?”
“İstanbul’dayım” dedi. “Birden fazla işle uğraşıyorum. Hafta sonlarım da turistlere rehberlik etmekle geçiyor. Üstelik çok iyi anlaşıyoruz onlarla.”
Yüzüne bir kez daha şaşkınlık ve hayranlıkla baktım. İlkokulu, Türkçe bilmediği için terk eden arkadaşım, İstanbul’da turistlere rehberlik yapıyordu şimdi.
Koluna girdim, “Bir yerlere gidip çay içelim, uzun uzun konuşuruz sonra” dedim.
“Yok” dedi, “bize gidelim, annem hep seni sorup dururdu bana. Bayramlarda eve geldiğimde, hep senin nerede olduğunu, ne yaptığını merak ederdi. Bilmiyorum, dediğimde ise, etrafta sopa aranır gibi yapar, öğretmen az bile yapmış sana, insan arkadaşını hiç merak etmez mi?” diyerek sitem ederdi.
“İyi o zaman” dedim, “ben de teyzenin elini öpmüş olurum…”
“Çok sevinir” dedi, “hatta beni gördüğünden daha çok...”
***
Aradan uzun yıllar geçmemiş de daha dün birlikteymişiz gibi yol boyunca şakalaşıyor, okuldan, okuldaki arkadaşlardan söz ediyorduk. Birden okulun önünden geçtiğimiz fark ettik. İkimiz de durduk. Okul eski okul değildi, adı bile değişmişti ama bizim için zaman yıllar öncesine geri dönmüştü sanki. İkimiz de hiç büyümemişiz ve okulun bahçesinden girince arkadaşlarımızla karşılaşacakmışız gibi heyecanlanmıştık.
Adımlarımız bizi okulun bahçesine doğru götürmüştü. Siyah önlükler çoktan tarih olduğundan, çocuklar rengarenk giysiler içinde koşturup duruyorlardı. Varoş mahallesi olması hasebiyle çocukların yoksullukları yüzlerinden okunabiliyordu. Bahçede koşturup duran o çocuklar değil de, bizmişiz gibi coşkun bir ruh haline bürünmüştük. İkimiz de gözlerimizdeki ıslaklığı birbirimizden saklamak için anlamsız bir şekilde farklı yönlere bakıyorduk.
Birden kendimizi aynı sırada oturduğumuz sınıfın penceresinin önünde bulduk. “İçeri girelim mi?” dedim. “Yok” dedi, sefikli örtmen orada olabilir, kafamizi kırdırabilir.” Gülüştük. “Orada olsa bile sen pencereden kaçarsın, ben seni yakalamak için peşinden koşarım, derken evinize kadar gitmiş oluruz,” dedim. Yüzüme baktı, baktı, baktı, gözleri kan çanağı, tekrar sarıldı bana…
Sonra çıktık okulun bahçesinden. Yol boyu sohbet ede ede yürüdük. Evlerine yaklaşınca, “bu kadar Türkçe konuştuğumuz yeter, istersen biraz da Kürtçe konuşalım,” dedim.
Yüzüme muzip bir ifadeyle bakıp: “Sen konuş” dedi, “ben Kürtçeyi de anlıyorum…”