Upuzun saçlarından yağmur suları süzülen, elinde çiçek sepetiyle her halinden çelimsiz olduğu anlaşılan ama gözleri iri iri 17-18 yaşlarında bir kız girdi.

Gecenin bir vaktinde, kapıdan içeri upuzun saçlarından yağmur suları süzülen, elinde çiçek sepetiyle uzunca boylu, zayıf, yüzü solgun, her halinden çelimsiz olduğu anlaşılan ama gözleri iri iri 17-18 yaşlarında bir kız girdi. Üstü başı sırılsıklamdı....

Kibritçi Kız kadar değilse bile sefalet konusunda ondan aşağı kalır yanı yoktu. Rengârenk hırkasının altına giymiş olduğu gri eteği o kadar uzundu ki ilk bakışta ayakkabılarını görmek mümkün değildi.

Hırkası o kadar çok yağmur almıştı ki, kızcağız nerdeyse hırkanın ağırlığı altında eziliyordu. Ayakkabılara dikkat kesilince suların ayakkabılarından taştığını gördüm; ayaklarında çorap yoktu.

Önümden minik adımlarla geçti, duvar dibindeki kalorifer peteğine sırtını yaslayarak oturdu. Babet tipindeki ayakkabılarını çıkarmış, içinde rengârenk çiçekler bulunan sepeti yanına koymuş, ellerini hohlayarak ısıtmaya çalışıyordu. Dizlerini karnına doğru çekmiş olduğundan, çıplak ayaklarının dizlerine kadar soğuktan morardığını görebiliyordum. Üşümekten öte zangır zangır titriyordu...

İçim cız etmeye başlamıştı. Kızın titremeleri geçecek gibi değildi. Avuçlarına her hohlayışta yeni bir soğuk hava akımının etkisi altına girmiş gibi ben de titriyordum.

Üzerindeki hırkadan ve eteğinden süzülen sular aktıkça kız hohlamalarına ara verip, oturduğu yerden hırkasını, içinde eli kaybolacak şekilde çekiştirip kurutmaya çalışıyordu. Sonra tekrar soğuktan morarmış ellerini birbirine sürtüp ısıtmak için çaba sarf ediyordu.

Kızın her hareketini avını kollayan bir avcı titizliği ve sessizliğiyle izliyor ama yüreğimin içten içe kanamasına da engel olamıyordum.

Daha onu kapıda ilk gördüğümde elim ayağım birbirine dolanmış, kalbim pır pır atmaya başlamıştı. Üstelik yaşadığım duygular bugüne kadar bir benzerini daha önce hiç yaşamadığım duygulardı.

Aşk denemezdi buna belki ama aşk da olsa yaşadıklarım buna benzer şeyler olurdu.

O güne kadar okumak ve yazmaktan başka bir meşgale edinmemiş olan ben, herhangi bir kıza karşı en ufak bir ilgi de duymamıştım. Son zamanlarda kafamı kurcalayan tek konu ise bir roman sahibi olmaktı zaten.

‘Bir roman sahibi olmak’ fikri bile, bu kızı gördüğümde heyecanlandığım kadar heyecanlandırmamıştı beni.

Ne arkadaşlar, ne yağan yağmur, ne sepetteki rengârenk çiçekler, ne de etraftaki uğultu ve cığara dumanı umurumda değildi artık. Bütün dikkatimi kıza vermiş, iyiden iyiye yüzünü görmeye çalışıyordum. Lakin kız, yüzünü hohladığı ellerinin arasına almış başını bir türlü yüzünü göreceğim şekilde kaldırmıyordu. Titremesi de tam olarak geçmemişti henüz.

Garsonu çağırarak kıza çay götürmesini söyledim. “Boş ver abi ya” gibisinden bir hareket çekti ama suratımdaki kızgın ve kararlı ifadeyi görünce ocağa geçip isteksiz bir şekilde çayı doldurdu.

Kız, yanı başında elinde çayla bekleyen garsonun farkına varmamış olacak ki hiç tepki göstermedi. Garson kızın omzuna dokununca kız birden irkildi, hemen ayağa kalkmak istedi ama garson hareketlerini izlediğimi bildiği için kıza sakin olmasını söyleyerek çayı verdi.

Kız tepesinde dikilen garsonu görünce kovulacağını düşünmüştü anlaşılan. “Ben çay söylemedim ki” gibisinden bir hareket yaptı ama garson beni işaret edince, başını ‘teşekkür ederim’ anlamında eğip, hafifçe gülümsedi. Sonra iki eliyle sımsıkı sarmaladığı bardaktan bir yudum aldı.

Ben de dudak ucuyla, “önemli değil” der gibi bir hareket yaptım. O arada yüzünü daha net görmüş ve bu yüzü ömrüm boyunca unutmayacağımı, bir daha nerede görürsem göreyim hatırlayacağımı anlamıştım.

Kız çayını içerken tekrar garsonu çağırdım, kızı tanıyıp tanımadığını sordum.

İyi kötü uzaktan da olsa tanıyormuş. Annesi babası yokmuş, altı yaşlarında bir kardeşiyle birlikte yaşıyormuş. Geçimini çiçek satarak sağlıyormuş. Arada bir, özellikle de soğuk ve yağmurlu havalarda buraya geldiği de oluyormuş. Kim olduğu o kadar da önemli değilmiş, ne de olsa anne babası romanmış, kız bir roman çocuğuymuş yani.

Garsonun, bir kız çocuğundan değil de bir köpek yavrusundan bahseder gibi lakayt bir tavırla konuşması canımı sıkmış, “neyse ne lan! Sana ne, ne çocuğu olduğu?” diyerek daha fazla konuşmasına müsaade etmemiştim.

“Niye kızıyorsun abi ya?” dedi, garson, “Sordun, söyledik.” “İyi, tamam” dedim, “tafsilata lüzum yok, uzatma, git iki çay kap, birini kıza ver, diğerini bana getir.”

Garson denileni yaptı. Kız çayını içtikten sonra, babet tipi ayakkabılarını ayaklarına geçirip çiçek sepetini koluna takarak oturduğu yerden doğruldu. Titremesi hâlâ geçmemişti. Ne, “çiçeklerim var,” dedi, ne de çiçekçi kızların o bildik, “abiler, ablalar, yok mu çiçek alan?” klişe sözlerini tekrarladı.

Geldiği gibi sessizce kapıdan çıkmak üzereydi ki, birden ne kadar yalnız, yapayalnız olduğunu düşündüm. Kız dışarı çıkmadan fikrimi değiştirip yanına gitmeye karar verdim.

(NASIL ROMAN SAHİBİ OLDUM)