4 unsur vardır Anâsır- ı Erbaa'da, bunlardan biri de Toprak Ana… Anâsır-ı Erbaa'nın dört unsurunun ilk üçü ateş (güneş),hava ve su ise; toprakta bu üç unsurun birleştiği en nadide maddedir bana göre…
4 unsur vardır Anâsır- ı Erbaa’da, bunlardan biri de Toprak Ana… Anâsır-ı Erbaa’nın dört unsurunun ilk üçü ateş (güneş),hava ve su ise; toprakta bu üç unsurun birleştiği en nadide maddedir bana göre… Ve neden mi Toprak (Tabiat) unsuru “Ana” ile tamamlanmış tüm dillerde, kültürlerde, efsanelerde, mitolojik anlatımlarda? Çünkü “kadın(dişi) ve toprak, ikisi de mümbit” olarak yaratıldı… Üretken ve bereketli toprağın yine üretken olan kadın(ana-dişi) ile tamamlanması da ilham olmalı nesillere, toplumlara ve tabi ki kadınlara…
Ve kadınlar da, yaratılışta kendisine yüklenen tüm nadide meziyetlerin bilinciyle can vermeli, ışık tutmalı, ilham olmalı nesillere….
Güneş, hava ve su-yu bileşenlerinde muhteşem bir şekilde sentezleyen dördüncü unsur Toprak Ana, bereketiyle taçlandırdığı ve devamlılığını sağladığı dünyadan hak ettiği saygıyı ve vefayı görüyor mu peki? Maalesef hayır…Toprak Ana yoksa; ateş, hava ve suyun ne denli anlamsız olduğunu bilmez mi insanlık? Bilir bilir de açlığı yaşamadığı için anlamaz ve görmez sonun giderek yaklaştığı…
Ne zaman ki Toprak Ana bize küsecek ve sırtını tam anlamıyla dönecek işte o zaman Sûr’un sesiyle okkalı bir tokat inecek insanlığın yüzüne, yüreğine, vicdanına, adaletine…
Ve böyle giderse çok değil kısa zaman sonra toprak dile gelerek; “topraktan geldik toprağa gideceğiz döngüsünü bozup betona, uzaya, makinelere, teknolojiye, yalancı baharlara insanlığı mahkum edenleri kadim yüreğime almıyorum artık” diyecek…
Zira özümüze, sözlerimize, yaşam şifrelerimize ve ‘birbirimizi yemeyelim’ diye midemize sükutla ilham olan toprak; sadece aç gözlülüğünü doyuramadı ve dindiremedi insanlığın… Daha, daha fazla, çok daha fazla, ennn fazla diyerek deli divane olan insanlık; beynini ve yüreğini kanser misali kemirip tüketen hırs ve egosu yüzünden topraktan ne kadar koparsa o kadar kaybettiğini anlayamadı… Anlayamayınca da kendi sonunu hazırladı; savaşlar, virüsler, sapkınlıklar, ölümler, afetler, kalleşlikler ve daha nicesiyle… Öyle ya Toprak Ana sabırlı ve cömert olduğu kadar vefasızlık edeni cezalandırmak konusunda da bir o kadar dik duruşuyla bilinir; “doğal yaşam dengemi bozanı asla affetmem” mottosuyla…
Evet toprak idi özümüz ve kimseler bunu inkar edemezdi… Vücudumuzun her zerresinde yer alan mineraller ve vitaminler ‘ben toprağım’ diye haykırırken, bir tohum misali ilk günden son güne kadar toprak ile can bulup besleniyorken, toprağın koynunda boy veren bitkiler gibi hava-güneş-su üçgenine muhtaçken, bir yaprak misali günü dolup dalından kopunca toprağa düşüp çözünen bedenimiz yine özüne karışırken ne oldu da nankörlük duygularıyla zıvanadan çıktı ve toprağı düşman belledi insanlık?
Toprağa sırtını dönen insanın, zamanla kimyası bozuldu ve önce pörsümeye sonrada bir çöp misali kokmaya başladı ruhu… Dünya giderek ‘insan çöplüğüne’ dönüyor farkında mısınız? Halbuki insanlık felsefesi neydi; bir hırka bir gömlek eşliğinde hayatını idame ettirecek şeylere sahip olmak, görmek, anlamak, paylaşmak, son nefese kadar insan kalmak…
Öyle oldu mu peki? Üzgünüm ama hayır… Dedim ya; daha, daha fazla, çok daha fazla, ennn fazla virüsü insanlığı esir aldı ve milyar dolarlar bile açgözlülüğünü doyuramadı insanlık…
Peki nereye kadar neye yarar bunca mal mülk içinde İNSANLIK NUR-U VE RUHU olmazsa…