Milliyetçilik, siyasi tavır ve duruşlar açısından çok tartışmalı bir konudur. Milliyetçilik, ırkın üstünlüğüne dayalı soyculuk yani ırkçılıkla ya yanlış algı ya da kasıtlı olarak çoğu zaman karıştırılır. Türk milliyetçiliği soy veya kan temelli değil millet temelli fikri bir harekettir. Bu vasfı dolayısı ile bölücü, ayrıştırıcı değil birleştirici ve toplumcu bir yaklaşımı esas alır.
Hepimizin bildiği bu kısa açıklamadan sonra Türk milliyetçiliğini temel alan ülkücü duruş ve görüşte, Türk milliyetçiliğinin en önemli görev ve sorumluluk önceliğinden bahsetmek istiyorum. Kendini milliyetçi olarak gören ve önceliklerinin arasında olduğunu söyleyen diğer vatanseverler ile ülkücülerin anladığı ve yaşamaya çalıştığı milliyetçilik arasında ne fark vardır?
Vatanını çok sevmek, milletinin refah ve kalkınması için çalışmak, milletinin menfaatlerinin her zaman savunucusu olmak, milletini ve vatan bütünlüğünü hedef alan bir tehlike ve tehdit karşısında duyarlı olarak her göreve hazır olmak gibi özellikler elbette MHP’li ya da ülkücü olmayan birçok siyasi görüşten vatandaşımızın da sahip olabileceği temel değerlerdir.
Bu durum millet olarak çok önemli bir özelliğimiz ve büyük bir güç kaynağımızdır. Zor zamanlarda kenetlenmemizi sağlayan en temel ortak paydamız, milletimizin büyük çoğunluğunun içselleştirmiş olduğu bu milliyetçilik duygusudur.
O zaman ülkücülerin milliyetçilik anlayışındaki fark nerede?
Elbette çok önemli ve Türk milletinin istiklâl ve istikbalinin teminatı olan bir fark var. Bu fark da şudur:
Türk milletine ve Türk devletine yönelik tehdit ve tehlikeleri, tuzakları zaman ve mekân sınırlaması olmaksızın çok önceden fark etmek, bilmek ve teşkilatlanarak tavır koymak, milletimizi uyarmaktır. Ülkücü hareketin teori ve pratikte kimliğini oluşturan 1980 öncesi dönem, bu farkın müşahhas olarak ortaya konulduğu bir dönemdir.
Ülkücü hareketin özelliği, Türk milletinin milli birliğine ve vatan bütünlüğüne yönelik sinsi, uzun vadeli tehlikeleri sezmesi ve fark etmesi, aynı zamanda buna bağlı olarak bu tehditleri büyüklük ve yakınlık olarak mücadele öncelikleri açısından sıralamasıdır. Bu özelliğin ve milliyetçilik anlayışındaki farkın oluşmasının sebebi ülkücü hareketin, milleti temel alan bir fikri stratejiye sahip olmasındandır.
Bireye dayalı liberal ve kapitalist, sınıfa dayalı sosyalist ve komünist, dine dayalı siyasal İslamcılar kendi ideolojilerinin öncelediği sosyal tabanı esas alan bir menfaat ve tehdit algısına sahiptirler. Bu alanlar ve tanımlar millet ve vatan sınırlamasına hem sahip hem de tabi değildir. Üçü de üniversal ilişkilere açıktı. Dünyada farklı kitleler ve coğrafyalarla ittifaklar yapabilirler ve birliktelikler kurabilirler. Bu geçirgenlikleri milli reflekslerini zayıflatır ve tehdit algılarını ise sadece kendi sosyal tabanları ile tanımlar ve ölçer hale getirir.
Bireyi korumak ve özgür kılmak, sınıf çıkarlarını korumak ve sınıf üzerinden halkları tanımlamak, dinî inanç öncelikleri ve kabulleriyle toplumları ayrıştırmak ve bu temel ile tehdit ve öncelikleri belirlemek hiçbir zaman, hiçbir ülkede milli birliğin ve vatan bütünlüğünün teminatı olmamıştır. Olamaz da.
İşte bu sebeple ülkücü hareketin millet temelli milliyetçilik kabul ve değerleri, pratiği açısından genel geçer ve kabul edilen vatanseverlikten çok farklıdır.
Ülkücülerin, milliyetçilik anlayışının pratiğindeki öncelikler sıralamasında ilk sıra her zaman milletinin varlığına ve vatanın bütünlüğüne yönelik tehdit ve tehlike algısına ileri bir hassasiyetle sahip olmalarıdır. Bu tehdit ve tehlikeler sadece fizikî, görünür terör örgütlerinin ve siyasî rekabet içinde olduğumuz devletlerin tehdit ve tehlikeleri ile sınırlı değildir. Yani ülkücüler sadece askerin ve güvenlik güçlerinin takip ve hedefinde olan, bilinen tehdit ve tehlike odaklarına karşı benzer bir refleksif karşı oluş ve duruşun çok ötesinde, çok daha farklı bir hassasiyet ve algıya sahiptirler.
Türk milletine ve vatanına yönelik; kültürel, ekonomik, siyasi, sosyal ve neslinin devamına engel olacak her türlü ve özellikle de rafine tuzaklarla gizlenmiş tehdit ve tehlikeler, henüz iktidarlar ve geniş kitleler tarafından fark edilmemişken fark etmek ve örgütlü karşı duruşları harekete geçirmek, milliyetçilik anlayışlarının toplumcu bir yansımasıdır. Bu çalışmaları yaparken, uluslararası bir destek, yardım ve referans arayışı içinde asla olmazlar. Zaten destek de görmezler. Çünkü farkettikleri tehlike ve tehditlerin odakları bu uluslararası güçlerin bizzat çoğu zaman zaten kendileridir. Milliyetçiliğimizin en temel özelliğinin başında bu farklılığımız gelir.
Kapitalistler ve liberaller birey temelli tüm faaliyetlerinde uluslararası birçok benzer kaynağın desteğine ve işbirliğine sahiptirler.
Sosyalistler de zaten bu noktada birçok ülkede sınıf temelli benzer parti ve kuruluşlar ile ilişki içerisindedirler ve üniversal bir işbirliği refleksine ve kabulüne kuruluşlarından itibaren sahiptirler.
Ülkemiz açısından da siyasal İslamcılar kendi ülkesinde tahkir ve tenkit ettikleri birçok vatandaşımızı kendinden görmez ve reddederken; ümmet ortak paydasında birçok Müslüman ülke vatandaşlarına, kurum, kuruluş, sivil toplum örgütlenmelerine daha sempatik ve yakın olabilmektedirler.
İlk bakışta bu durumlar, fikrî bir disiplini ve uluslararası güçler ile işbirliği yoluyla insanlık adına, ortak bir paydada buluşmak gibi savunulabilir bir iddianın varlığına işaret etse de; aslında bizim gibi milli devletler açısından tehdit ve tehlikelerin; insancıl ve barışçıl ve inanç-din maskeleri altında sızmasının ve nüfuz alanı oluşturmasının da zeminini oluştururlar. Liberal, Kapitalist, Sosyalist ve Komünist ile siyasi dinci görüş ve mensubiyetler bu yüzden her zaman küresel tuzakların kurulmasına uygun habitatların oluşmasına sebep olurlar.
Tahribatlarının anlaşılması çoğu zaman yıllar alır. Mesela buna en güzel örneklerden birisi liberal ve siyasal İslamcı anlayışın AK Parti iktidarında ittifakla takip ettikleri ekonomik programlar sonucu halkın bireysel olarak aşırı borçlanmasına sebep olunmasıdır. Bugün bu borç yükü milli bir zafiyet olarak karşımızdadır. Halka yayılan ve milletlerin sosyal dokusunu zayıflatan her ahlaki zayıflığın ve bozulmanın arkasında muhakkak ekonomik bir çöküş ve bu çöküşü göremeyen, fark edemeyen iktidar sorumluluğu vardır.
Ülkelere kurulan ekonomik tuzaklar, emek-pazar esaretinin en sinsi ve süslü operasyonlarının başında gelir. Uluslararası sermayenin borç para verme kriterleri aslında bu tuzakların ipuçlarını verir. Hiçbir zaman küresel sermaye, katma değer oluşturacak ve kalkınmakta olan ülkelerin ekonomik zenginliğini ve bağımsızlığını sağlayacak yatırımlarını ve hedeflerini destekleyecek ciddi krediler vermezler. Ödeme gücünüzü zorlayacak miktarlarda ve yüksek faiz oranlarında sizi sürekli borçlandırmak isterler. Geri dönüşü uzun, katma değeri hızlı olmayan, kendi mal ve hizmet akışlarını arttırmaya yönelik başta alt yapı yatırımları olmak üzere, otomotiv, telekomünikasyon alt yapısı ve lojistik hizmetlerinin hız ve güvenliğini arttıracak pahalı oto yol, köprü, viyadük ve alt, üst boğaz geçişleri benzeri yatırımları desteklemek ilk hedefleridir. Bu daha da örnekler çoğaltılabilir.
Eğitime, teknolojik arge ve yatırmalara, katma değeri yüksek sanayi ve yatırım mallarına, kendi pazar paylarını daraltacak üretimlere yapılacak güçlü ve büyük yatırımlara asla para vermezler. Yoğun şehirleşme ve yatay değil dikey yerleşime yapılacak inşaat yatırımlarına destek verirken, kırsal kalkınma ve kırsalda yerleşime sıcak bakmazlar. Şehirlerin yoğunlaşması insanların hem ihtiyaçlarının daha da çeşitlenmesine hem de sınırları belli alanlarda tüketim ekonomisinin kontrol edilmesine, kendi pazar ekonomileri açısından daha büyük ve yeni fırsatlar oluşturur.
Türkiye bu ekonomik tuzaklara 1950 yılından sonra çok sık ve mükerreren düşürülmüş bir ülkedir. Bazen bu tuzakları kurmakta zorlandıklarında darbeler ve askerî müdahaleler yaptırmaktan da çekinmemişlerdir.
Menderes ile başlayan bu küresel sermayenin ekonomik tuzakları, Demirel, Özal ve Erdoğan’la devam etmiştir. Bu sağ ve muhafazakâr iktidarların liderleri, yaptıkları yatırım ve hizmetleri elbette her zaman milliyetperverlik ve vatansevelik noktasında savunmuşlar ve yaptıkları her Batı odaklı işbirliklerini, ülkenin refah ve saadeti üzerine yaptıklarını iddia ede gelmişlerdir.
Sonuç ortada: Yenilen yenildi, içilen içildi, giyilen giyildi, kullanılan kullanıldı ve 70 yılın sonunda gelecek iki neslimizin ödemekte zorlanacağı küresel sermayeye olan borçla karşı karşıya kaldık ya da bırakıldık. Elimizde dünya ekonomisi açısından “Türkiye şu üretimi yapmaz ise halimiz nice olur?” diyecek ne markalaşmış bir ürün ve ne de özgün bir hizmet alanımız var. Yani küresel sermayenin tuzağına ikna edilerek, inandırılarak, kandırılarak gönüllü ya da darbeler eliyle zorla düşürülmüş olduk. Bu durum, iktidar sahiplerinin temsil ettiği ya da inandığı fikir ve ideolojilerinde milliyetçilik anlayış ve kabullerinin sığlığı, yüzeyselliği ve sadece hamasi popülist bir çerçeve ile sınırlı olmasından kaynaklanmıştır. Tarihi bilgi ve tecrübenin olgunlaştırmadığı bir milliyetçilik(!) anlayışıdır asıl sebep. Karşı karşıya olduğumuz sorun binlerce yıllık geçmişte, yaşanılmış yenilmişliklerin ve bozgunların sebeplerinin milli varlığın korunması için içselleştirilmemesinin bir sonucudur. Özetle gerçek dost ve düşmanını tanıma kabiliyet ve refleksine sahip olamamaktır.
Bireyi, sınıfı ve siyasallaştırılan dini kutsayıp öncelikle sevenler, önce milleti sevmeyi elbette unutacaklardır. Birey temelli, sınıf temelli ve din-mezhep-etnisite odaklı siyasal görüş ve fikirler, hiçbir zaman millet odaklı milliyetçiliği içselleştiremezler ve içlerine sindiremezler. Sevgi ve muhabbetleri de öncelikli olarak dayandıkları sosyal tabana yöneliktir. Bu sebeple ülkelerine ve ülkelerinde yaşayan halka yönelik tehdit ve tehlike algısında milliyetçi refleks ve hassasiyet gösteremezler. Tehdit, tehlike algılarını ve menfaat fırsatlarını sadece kendi siyasi önceliği olan sosyal birim açısından değerlendirme şuur ve refleksine sahiptirler. Bu sebeple yandaş tanımı ile sınırlı, güç ve zenginleştirme hedeflerinden asla taviz vermezler. Bu yandaş, yoldaş ve ortak dışında taviz vermeyen yapılar, her üç fikir ve siyasi görüş açısından da aynı radikal ve keskin bir öncelikle gündemlerine her zaman hâkim olmuştur. Liberaller, Sosyalistler ve siyasal dinciler !..
Önümüzdeki günlerde hızla değişecek dünya gündemi ve buna bağlı olarak yeniden çizilecek sınırlar ve belirlenecek iktidarlar döneminde Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetiminde kesin ve kaçınılmaz olarak Türk milliyetçilerinin bulunması, milli varlığımız ve vatan bütünlüğümüz açısından çok çok önemli bir husustur. Bu durumun gerçekleşmemesi ve gecikmesi, geciktirilmesi büyük yıkım ve maliyetlere sebep olacaktır.
Küresel çetenin yeni dünya hâkimiyetindeki yönetim merkezi olarak hedefi İstanbul’dur. Yahudi, Hırıstiyan, pagan ve putperest öğelerle kendi dinlerini 800 yıldır yaşatan bu küresel çetenin asla vazgeçmedikleri rüyaları Konstantiniyye’dir (!) ve hayallerindeki gerçek vatanları Anadolu’dur.
Bu yeni dönemde, bireyin refah ve zenginleşmesi, İslam’ın hilafet merkezinin İstanbul olması ve vatan topraklarının ümmet coğrafyası olarak belirlenmesi süreci küresel sermayenin yeni tuzakları olarak gizli bir gündemle önümüze çıkacak en büyük tehdittir. Bu tehdidi ne liberal-özgürlükçü(!) sermaye ne de siyasal İslamcı kadro ve iktidarlar göremezler, anlayamazlar ve bu tuzaklarla asla mücadele edemezler.
Bu cümlem size bir şeyi hatırlatmadı mı?
AK Parti’nin siyasi artıkları (siyasi İslamcı kimlikler) ve dünya tefeci sermayesi “bize güvenir, para verir” diye saklamadan ilan eden ve yeni umut diye sunulan her derde “devacıları” hatırlamadınız mı? Yen bir “siyasal İslamcı-Liberal” ittifakı.
Yine üniversal!..
Yine önceliği millet olmayan, birey ve siyasallaşmış din temelli insanlar!..
Eğer korona virüsü salgını sonrası planlananlar ile “Kanal İstanbul” ve “devacıları” aynı senaryonun farklı sahneleri olarak göremezsek bilesiniz ki işimiz çok zor. Bunu da ancak Türk milliyetçileri ve ülkücüler görebilir dersek abartmış olmayız değil mi?
Biz de bu tuzakları görüyoruz diyenler ile buluşmaya hazır olmalıyız!..
Biz zihnen hazır olalım. Taktir, zamanın hükmünün sahibinindir!..