“Sekülerizm” genellikle “laiklik” ile karıştırılır.
Din ve devlet işlerinin ayrılması anlamında.
Aslında “laik” devletlerde “din” ve “din adamları” devlet kontrolündedir.
Devlete ait kurumlar eliyle yönetilir ve görevlileride maaşlarını devletten alırlar.
Zaten görevlilerinin adıda “din görevlileridir”.
Sekülerizim de ise ( dünyalaştırmak, dünyalaşmak, tdk ) devlet din işlerine hiç müdahil olmaz. Dini devlet kurumu ( diyanet ) yoktur. Din adamları devlet memuru değildir, maaşlarını da devlet ödemez.
Sekülerizim ( dünyalaşmak ) genellikle “toplumu dinsizleştirmek”, “inançsızlaştırmak” anlamında bir suçlamayada muhataptır. Bu da doğru değildir.Gerçek anlamı “din ve inançlara” göre devletin kurumsal kimliğinin müdahalesinin, katkısının, yönetim ve yönlendirmesinin olmaması hiç karışmamasıdır. Önlemede yoktur destekte yoktur.

Bu güne kadar “milliyetçilik” ile “ sekülerizm” yan yana kullanılmış bir tanım değil.
Peki biz ne için kullandık ve neyi anlatmaya çalışacağız?
“Dini inançlardan soyutlanmış ve dinsizleştirilmiş “milliyetçilik” olur mu?
Yani sadece “dünyalaştırılmış, dünyalaşmış “ “milliyetçilik”, bizim “ülkücü hareketin” savunduğu bir milliyetçilik anlayışı olabilir mi ?
Dini inançlardan soyutlandırılmış, dini değerlerin, sınırlarına müdahale etmeyen ve özüne etkisi olmayan bir “milliyetçilik” anlayışı bizim kabul edebileceğimiz bir “milliyetçilik midir?”

AKP iktidarının ve onun koruyup kolladığı siyasi islamcı tarikat ve cemaatlerin istismar ederek bozduğu, “islâm ve din” algısı; içinde inanç temelli olan her görüş ve düşünceyi şüpheli hale getirdi ve insanımızın “dinden” ve “dini öğeler” taşıyan her şeyden uzaklaşmasına, soğumasına sebeb oldu.

Son günlerde “milliyetçiliğimiz ve milliyetçilik” anlayışımızında bu algının tesiri altında çarpılmaya ve çarpıtılmaya başlandığına şahit olmaktayız.

Bu gidiş hem yanlış ve hemde “milliyetçilik” fikrimizin özü ve ona kimlik veren değerlerin ötelenmesi açısından ciddi tehlike arzetmektedir.

Bizim milliyetçiliğiniz “ırk ve soy” kaynaklı “kana” dayalı bir “milliyetçilik” değildir. İnanç ve kültür değerleri temelinde yükselen bir “milliyetçiliktir”.
Eğer “milliyetçiliği”, inanç ve kültür değerlerinden soyutlar sadece “ırk, soy ve kan” bağına bağlar ve sekülerleştirir ( dünyalaştırır ) iseniz “batının” “nasyonaliste” dediği “ırkçı ve şöven” alana kayarsınız.
Bu yönelmenin sonu “üstün ırk” anlayışına varır ki sonu diğer ırkları hakir ve ikinci sınıf görmeye kadar gider.

Gerek AKP ve dinci çevrelerin uygulama ve görüntüleri ve gerekse son harekatlarda Arap yönetimlerinin “düşmanımız” safında yer alması ve Türkiye’ye karşı tavır almaları “milliyetçiliğimizin” sekülerleşmesi ve dini inanç ve bağlarından kopması istikametinde işaretler vermeye başladı.
Çok dikkat edilmesi gereken bir konu ve mesele ile karşı karşıyayız.
Arapların karşımızda yer alması buna karşılık Macarların ve Gagavuzların Türkiyenin yanında yer alıp Türkiye’yi desteklemesi elbette çok hoşumuza gitti. “Türklük” şuurunda bir ortak payda algısı, Arap müslümandan ise hrıstiyan “Turan soylu” halklara sempatiyi arttırdı.
Elbette “Türkiyenin yanındayız ve soyca biz sizle aynı kökteniz” diyen Macarlara ve Gagavuzlara muhabbetimiz ve sevgimiz yeri geldiğinde desteğimiz de olacaktır, olmalıdır.
Fakat bu durum “hrıstiyan- müslüman” bağlamında değerlendirilerek “aynı milletiz” ortak paydasında “milliyetçilik” anlayışımızı “inanç” bağlarından asla koparmamalıdır.
Siyasi konularda devletlerin ve halkların karşı karşıya gelmesi yada ortak paydada birleşmesi zaman ve zemine göre değişebilir.
Din yada soy, işin içine iktidar ve siyaset girince her zaman birleştirici olmaz.
Tarihte onlarca olay bu durumun şahididir.
Kendi tarihimizden örnek verirsek, Yavuz dönemi buna en iyi örnektir.
8 yıllık iktidarında Sultan Yavuz Selim 3 devlet yıkmıştır. Bu üç devlette hem müslüman ve hemde Türklerin yönettiği devletler idi. Yöneticileri Türktü askerleri Türk, Fars ve Araplardan müteşekkildi.
Keza Osmanlının Anadolu beylikleri dönemi. Osmanlı ile Karamanoğlu beyliği arasında süren savaş ve çatışmalarda her iki taraftanda dökülen Türk ve müslüman kanı değil miydi ?!..
Dolayısı ile “siyasi karar ve hedefler “, din ve soy önceliğini ikinci plana atabilmektedir.
Macarların son harekatta bizi desteklemesi ve Türk Devletleri toplantısına Bakü’de gözlemci olarak katılması elbette güzel ve takdir edilmesi ve de desteklenmesi gereken bir durumdur.Fakat bu gelişmeler “milliyetçilik” anlayışımızı değiştirmemize ve sorgulamamıza sebeb olursa o zaman bu dostane tutum “Türk Milletinin” geleceği açısından fikri bozulmaya yönelik bir tehdit alanın oluşmasına sebeb olur.

Bizim yani “Ülkücülerin” milliyetçilik anlayışının temelleri bin yıl değil binlerce yıl öncesine dayanır.
Temelinde “tevhid” inancına teslimiyet vardır.
İslam öncesi dönemde de “tevhid” temelli “milletleşme” sürecini tamamlamış ve yaşamış, insanın varoluş sebebini “Töre” olarak hukuklaştırmış tarihi bir sürecin izlerini, değerlerini taşır “milliyetçilik” anlayışımız.
Töremizde hiç bir zaman “soyculuk”, “kabilecilik” üstünlüğü iddası olmamıştır.
İnsanın yaradılış sebebi ve “fıtri” özü olan “Tanrının indirdiklerine” olan
bağlılık, sevgi ve saygı “Türk” adını aldığımız binlerce yıl öncesinde de değişmeyen karakterimizi oluşturur.
Zaten binlerce yıldır değişmeyen bu mayamızda ki “Tanrı sözüne bağlılık ve doğru teslimiyet”, İslamın tebliğinden hemen sonra başlayan Arap ve Fars’ta görülen “itikadi” ve “ameli” sapmaların, Türkistan başta olmak üzere Türk illerinde görülmemesinin altında yatan asıl sebebdir.

Turan soylu boylar “milletleşme” sürecini “Tanrının tebliğ ve sözleri” ile taçlandırdıkları için “töre” sahibi olmuşlar, “tin” sahibi hakanları ile “Türk” adını almışlar ve “Tanrının adalet kılıcı” görevinin kusal emanetçisi olmuşlardır.

Bizim “milliyetçiliğimiz” soy birliği ve üstünlüğüne değil, insanlık görev ve sorumluluğumuzun önceliğine dayanır.

“Tevhit” inancı olmadan “Töre” olmaz. “Töre” olmadan “Türk” olmaz.
“Türk’ün” olmadığı yerdede “Türk Milliyetçiliği” olmaz.
“... biz uyarıcı göndermediğimiz topluluğu yargılamayız” ( isra/15),
Kur’an tebliğinde açıkça ifade edildiği gibi “Turan soylu” topluluklarada “uyarıcı” peygamberler gelmiştir.Binlerce yıl bu gelen “uyarıcıların” söz ve nasihatları “töre” adıyla hafızalara kazınıp korunmuş ve unutturulmamıştır.
Bu gerçekliğin diğer bir ifadesi “Türk” demek “Tanrıya” verdiği sözünde sapmadan duran demektir.

Özetle “tevhid’ten”, “töreden” ve dolayısı ile “tanrının” sözlerinden kopartılarak “dünyalaştırılan”, “sekülerleştirilen” “milliyetçilik” bizim temsilcisi olacağımız milliyetçilik değildir.
Bizim milliyetçilik anlayışımızda “Atilla,Bilge Kaan,Timur ve Osman Bey ile Atatürk ve Hz.Ali” arasında her daim ortak bir payda vardır ve tevhit inancına bağlılıkta hassasiyet açıdından da bir fark yoktur.

Tanrı Dağlarında verdiğimiz sözleri unutup, sapan ve yeniden Hirada hatırlayan bir milletin çocukları değiliz.

Hz.Ademle verdiğimiz sözlere Hiradaki ilk tebliğe kadar bağlı kalmış bir “milletin”
“milliyetçisiyiz”!..
Ne Tanrı Dağlarını unuturuz ve ne de Hira’yı !..

————-
Bu yazım bu hafta Milli Devlet gazetesinde ki köşemde yayımlanmıştır.