NASIL GAZETECİ OLDUM?

Şimdi efendim, malumunuz liseyi bitireli üç yıl kadar oluyor. Herhangi bir yeri kazanamadığımız için de işsiz güçsüz avare bir şekilde dolaşmaktayız. Askerlik mevzubahis oldu bir ara ama ülkede kıyamet kopuyor. Gitsem, kesin Güneydoğuya verecekler. Serde milliyetçilik var ama inanın can daha tatlı geliyor. Tırstı, gitmedi demesinler diye de arada bir ufak ufak iş bakınmaktayım. Fakat nereye başvurduysam elim boş döndüm. Her yerden başvurduğum işle ilgili tecrübem olup olmadığını sordular. Liseyi yeni bitirdim, elim işe yatkındır dediysem de kimseyi ikna edemedim.

Baktım olmuyor, yeniden sınavlara hazırlanayım dedim. Hiç değilse bir yüksekokul, ya da açık öğretim tutturursam hem askere gitmiyor dedikodulardan hem de "Bu adam eşek kadar adam oldu eli ne zaman iş tutacak?" muhabbetinden kurtulacaktım. Fakat efendim önceleri küçümsediğim meslek yüksekokulu ve açık öğretimin de o kadar kolay kazanılmadığını öğrendim. Hem bildiklerimi unutmuş hem de eskisi kadar konsantre olamıyordum.

Derken efendim iki yılım daha üniversiteye hazırlanıyorum bahanesiyle boşa geçti. Artık bu rüyanın benim için imkânsız olduğunu anlamıştım. Ders çalışmayı bir kenara bırakıp yeniden iş üzerinde kafa yormaya başladım. Sabahları erkenden evden çıkıyor, gece geç saatlerde eve dönüyordum. Babamdan harçlık istemek kanıma dokunduğu için, endirekt yollarından annemden istiyordum. Allah var, annem çok anlayışlı bir kadın. Bazan “Oğlum git bakkaldan iki paket makarna al” diyerek elime 50 lira tutuşturuyor, bazan “Git fırından ekmek al” diyerek 20 lira tutuşturuyor, fakat paranın üstünü, “Sende kalsın, belki lazım olur” diyerek almıyordu. Benim de hiç naz edecek durumum yoktu doğrusu.

Fakat bu durum sonuna kadar devam edemezdi. Mademki, bir yeri kazanamadık, mademki kimse bize iş vermiyor biz de kendi işimizi kendimiz kuracaktık. Ama bu yaşıma kadar hiçbir iş yapmamıştım. Babama mevzuyu açtığımda, “Oğlum” dedi. “Elimizde üç beş kuruş sermaye var. Sen ne iş yapacağına karar ver, sonrasını birlikte düşünür, bir hal çaresine bakarız. “

Oturdum, arkadaşlarla uzun uzun konuştum. Sonunda kirası uygun diye mahalle arasında küçük bir bakkaliye dükkânı açmaya karar verdim. Fakat efendim, bu işlerin hiç de öyle kolay olmadığını o zaman anladım. Dükkânın yapı kullanması olmadığından ruhsat alamadım. Sonra bir sürü evrak daha gerekiyordu. Fırıncılık yapayım dedim, ustalık belgesi istediler. Marangozluk için bir sürü makine teçhizat gerekiyordu. Ufaktan bir berber dükkânı açayım, işi bilen bir iki çırakla işi kotarayım dedim, fakat önüme hiç düşünmediğim engeller çıktı. Peki, efendim ben ne iş yapacaktım? Bir yerde çalışmak için tecrübe, kendi işimi kurmam için bir miktar sermaye bir sürü evrak zerzevat gerekiyordu. Bu işleri bilmediğim için de yapmayı düşündüğüm işlerle kiraladığım işyerlerinde ufak tefek masraflar yapmış, kaparolar ödemiştim. Yani anlayacağınız efendim, babamın bana sermaye yapmam için verdiği paranın hatırı sayılır bir kısmını
çoktan çarçur etmiştim.

Bu arada efendim, yaşım ilerliyor, askerlik çağım geçiyor, Güneydoğu’daki çatışmaların ardı arkası kesilmiyordu. Bana çaktırmasalar da evin içinde, "Ne olacak bu oğlanın hali, kimse buna kız da vermez, oğlunuz ne iş yapıyor, derlerse ne cevap vereceğiz?" türünden serzenişler almış başını gidiyordu. Ben de bu muhabbetlere daha fazla kulak misafiri olmamak için her defasında mümkün olduğunca evden uzaklaşıyor, annemin dolaylı yollardan bana verdiği harçlıkları çay bahçelerinde sınırlı sayıda çay ve cığara içerek tüketiyordum. Çay bahçesinde otururken bir yandan canım sıkılıyor, diğer yandan can sıkıntımı giderecek arkadaşlarımın yanıma gelecek olurlarsa çay paralarını
ödeyemeyecek olmanın ezikliğini yaşıyordum.

Gerçekten çok zor durumdaydım efendim. Parasızlık değil ama şöyle doyasıya çay ve cığara içememenin, kimseye bir şey ısmarlayamamanın acısı daha çok acıtıyordu canımı. Artık yalnız evden değil, herkeslerden kaçar olmuştum. Allah var, annem anlayışlı bir kadındı. Evi ben geçindiriyormuşum gibi üzerime titrer “Akşama geç kalma oğlum, istediğin bir yemek varsa yapayım” der, gömlek ve pantolonumu ütülemeden beni dışarı salmazdı. Ben annemin gözümde neydim bilmiyorum ama annem uğrunda yaşanılacak tek varlıktı benim için. Annem her şeyin farkındaydı oysa, ben üzülmeyeyim diye yaptığı ne varsa beni daha çok kahrediyordu. Kendim için değilse bile annem için mutlaka bir şeyler yapmalıydım diye düşünüyordum.

Günler bu minval üzre gelip geçiyordu efendim; acıtarak, kanatarak, dağıtarak… Artık sadece evden, arkadaşlardan, konu komşudan değil, kendimden de kaçar olmuştum. Kimsenin beni görmeyeceği, görse tanımayacağı çay bahçeleri aramaya başlamıştım. Neden hep çay bahçeleri diye soracak olursanız efendim, çünkü yalnız gidilebilecek tek yer çay bahçeleridir. Çay bahçeleri insanın yalnızlığı gibidir efendim. Dikkatli bakmayınca anlaşılmaz. Pastaneler, lokantalar, kafeteryalar öyle değildir. Hem yalnız başına gidilmez hem de cepteki paranın son kuruşuna kadar hesabı yapılmadan gidilmez efendim. Ben de bu yüzden hep çay bahçelerine takılırdım. Kırk yılda bir, uzaklardan bir tanıdık “Hayrola, ne arıyorsun buralarda?” dese bile, “Birini bekliyordum ama gecikti, benim de işim vardı, zaten kalkıyordum” bahanesiyle uzaklaşmak kolay oluyordu çünkü.

Fakat efendim bu kez öyle olmadı… Yine bir gün tek başıma kimsenin beni tanımayacağını düşündüğüm şehrin dışına yakın bir çay bahçesinde oturmuş, bir yandan kara kara düşünüyor diğer yandan cığaramın birini diğerine yaktırıyordum ki uzaklardan olmayan bir tanıdığın omzuma dokunup: “Hayrola, ne arıyorsun burada?” demesiyle kendime geldim. Uzun zamandır kimselere içimi dökememiş, tabiri caizse kendi içimde bir kara kutu olmuştum.

O gün sanki son günümmüş ve bir daha asla yaşamayacakmışım gibi bir his uyandı içimde. “Geç otur” dedim. Geçti karşıma oturdu. Paranın, cığaranın hesabını yapacak durumda değildim. Yüksek sesle garsona çay getirmesini söyledim. “Eee, anlat bakalım” dedi, “Çoktandır kayıpsın, hiçbir yerde yoksun, nelerle uğraşıyorsun?” Sesinde bir sıcaklık, yüzünde bir samimiyet vardı. Çayları getiren garsona para vererek, “Bize iki paket cığara al, dönüşte iki de çay daha getir” dedi. O kadar içten söylemişti ki itiraz etmek aklıma dahi gelmedi.

“Çok kederli gördüm” seni, dedi. “Sorular sorarak seni yormak istemem, kendiliğinden anlat istersen.” Uzun zamandır ne kimse bana neler yaşadığımı sormuş ne de ben kimseye içinde bulunduğum çıkmazı anlatabilmiştim. Çoktandır birine içimi dökmek istiyormuşum da o birilerini bulamıyormuşum gibi tutup başımdan geçenleri, yaşadığım sıkıntıları, annemin bana vermiş olduğu gayrı resmi harçlıklarla dışarı çıkabildiğimi ama insan içine çıkamadığımı başımı yerden kaldırmadan olduğu gibi anlattım. “En çok annemden utanıyorum” dedim, “Onun ilgisi kahrediyor beni en çok, o olmazsa alıp başımı gideceğim buralardan…” Sert bir ifadeyle yüzüme bakıp “Aptallık etme” dedi. “Bu yaştan sonra nereye gidersen git bir iş yapamazsın, ama ille de bir iş yapmak istiyorsan sana yapabileceğin bir iş söyleyebilirim. “

Birden kendime geldim, başımı yerden kaldırdım. Heyecandan elim ayağım titremeye başlamıştı. Aceleyle bir ciğara daha yaktım. “Ne işi bu abiciğim?” dedim. “Nasıl bir iş bu?” “İş kolay” dedi, “Yeter ki sen iste.” “Nasıl istemem abiciğim?” dedim, “Ama malum; bende para yok, pul yok, kalfalık, ustalık belgesi yok, tecrübe yok, ihtisas yok, ne yapabilirim ki?” “Yapmanı düşündüğüm iş için hiçbir şeye gerek yok, ne para ne pul, ne evrak ne tecrübe gerekmez. Sadece bir nüfus cüzdanı fotokopisi, -onu da sonradan versen de olur- yeter.”

“Yapma abiciğim” dedim ya, “Kalpten öldüreceksin beni, gerçekten çok heyecanlandım, ne işiymiş bu söylesene?” Arkadaşım, cığarasından derin bir nefes çekerek;” Gazetecilik” dedi.

Gazetecilik… Kırk yıl düşünsem yapmayı düşünemeyeceğim bir meslek başıma gelmek üzereydi. “Abi sen dalga mı geçiyorsun?” dedim, “ne gazeteciliği?” “Gazetecilik” işte oğlum dedi, “beğenmedin mi yoksa? “ “Abi beğenip beğenmemekle ilgisi yok bunun” dedim “Ama ben ne anlarım gazetecilikten? Yani bu konuda hiçbir şey bilmiyorum.” Bilmen gerekmiyor” dedi bana, “Sadece isteyip istememen yetiyor.” “Abi istemekle olur mu bu iş? Ben neredeyse beş yıldır üzerimde kalem bile taşımıyorum, öz geçmişini yaz deseler zorlanırım. Son açtığım kitap iki yıl önce sınavlara hazırlanırken baktığım kitaptı. Gazete desen, sadece spor sayfasına bakarım. Televizyon desen eğlence, evlilik ve şov programlarını izlerim. Bugüne kadar bir tek tartışma programını izlemişliğim yoktur. İki satır bir yere yazmış değilim. Haber nedir, nasıl bir şeydir haberim yok. Ne bir şiir kitabı okumuşum ne ekonomi bilirim, ne iç politika, ne dış politika… “

“Anlayacağın ben kendi halimde bir insanım, bakkal olamamışım, fırıncı olamamışım, ayakkabı tamircisi olamamışım, bütün bunları bırak, bir yere çırak dahi olamamışım, şimdi kalkıp nasıl gazeteci olacağım?”

Arkadaşım bütün çay bahçesini çınlatan bir kahkaha atarak, “Bunun için gazeteci olacaksın zaten, hiçbir şey olamadığın için” deyince daha çok şaşırdım. “Nasıl yani?” dedim. “Bak dedi, eğer okusaydın bir yeri kazanırdın, tecrüben olsaydı bir işe girerdin, ekonomiden, iç politikadan, dış politikadan anlasaydın zaten bu durumda olmazdın. Senin yapacağın tek şey kaldı; o da gazeteci olmak.”

Hayır, şaka yapmıyordu. Son derece ciddiydi. “Peki” dedim, “Diyelim ki gazeteci olmaya karar verdim, bunun için ne yapmam gerekiyor?” “Hiçbir şey” dedi, arkadaşım, “Sadece derneklerden birine üye olacaksın.”

Derneklerden birine üye olmak… Yüreğim suya atılan cığara gibi cızlamaya başlamıştı. Yudumladığım çay zehir olmuştu bana. Bardak öylece elimde kalmış, annemin bir saattir gözümün önünde gülümseyen yüzü endişeli bir bekleyişe bırakmıştı kendini... Arkadaşımın yüzüne acıyla, umutsuzlukla, biraz da sitemle bakarak; “Ben zaten derneklerden birine üye olmak için gereken evrakları temin edemediğim için bu durumdayım, ne diyorsun sen iki saattir? Bir de dalga geçer gibi derneklerden birine diyorsun.”

Arkadaşım, bu kez daha yüksek bir sesle kahkaha attı. “İlahi oğlum” dedi, “Sen hakkaten umutsuz bir vakıasın, dernek dedimse, gazetecilik derneği bunlar, öyle bakkallar, fırıncılar, marangozlar derneği gibi kazma- kürek, ballı börek istemez. Hem senin bakkallar, berberler derneği dediğin nedir ki, kaç üyesi var ki onların? Gazeteciler dernekleri bir araya gelse hepsini üçe katlar. Üye olmaya gelince bir kimlik fotokopisi yeterli, dediğim gibi onu sonradan versen de olur. Şimdilik adın soyadın yeter, yazarız seni bir kurumun listesine, postalarız olur biter. Ne sen onları tanırsın, ne onlar seni…”

Dernek başkanlığı seçiminde birbirinize bakıp, “Bu da kim yahu? bile diyebilirsiniz. Çünkü aranızda tıpkı istihbarat elemanları gibi değişik meslek guruplarındaymış gibi insanlar olacak. Mesela elinde keser, testere, üzerinde tüp gaz reklamı üniforması taşıyan birilerini görürsen sakın şaşırma. Çünkü onların hepsi seçimde oy kullanmak için gazeteci yapılmışlardır.”

İçimde yeniden bir heyecan fırtınası esmeye başlamıştı. Kimin ne için gazeteci yapıldığı umurumda değildi. Önemli olan benim gazeteci olacağımdı. Annemin endişeli yüzü yeniden gülümsemeye başlamıştı nedense…

Derken efendim, ben de yavaş yavaş gazeteci olacağıma inanmaya başlamıştım. Bu arada içtiğimiz çayların, cığaraların haddi hesabı yoktu. Arkadaşım neler hissediyordu bilmiyordum ama ben heyecan, korku, umut, endişe duygularını aynı anda peş peşe hem de çok yoğun bir şekilde yaşamaya başlamıştım. Bir yandan meslek sahibi olmanın verdiği sevinç, bir yandan bu yaşıma kadar hiç aklımda olmayan gazeteciliği nasıl yapacağımın korkusu beni derinden sarsmaya başlamıştı.

“Peki”dedim, “Diyelim ki gazeteci olmayı kabul ettim, peki ben ne iş yapacağım?” Arkadaşım bu kez kahkaha atmak yerine, sesini yükseltip biraz da sinirlenerek; “Hiçbir şey yapmayacaksın oğlum, bir iş yapabilseydin zaten yapmış olurdun. Sen hiçbir şey yapamadığın için gazetecilik yapacaksın.” “Nasıl yani?” diyecek oldum, sözü ağzıma tıkadı. “Bal gibi gazetecilik işte” dedi. “Her yerde gazeteci olduğunu söyleyeceksin, bir yerlere gözdağı vereceksin, ben de bunu yazmazsam bilmem ne olsun diyeceksin…” “İyi de” dedim, “Adam git yaz lan, bildiğin yere yaz! Derse ben ne yazacağım, nereye yazacağım?” “Bak oğlum” dedi, arkadaşım yeniden, “Kimse sana, git bildiğin yere yaz demez, herkes tırsar senden, ikincisi eğer yazacak olursan istediğin gazetede köşen hazır.”

Köşe… Köşe neydi? Utanmayı bir tarafa bırakıp sordum; “Abi” dedim, “Bu köşe dediğin nedir?” Kahkahasını duymamak için ellerimle kulaklarımı tıkadım. “Köşe” dedi, “bildiğin köşe işte. Gazetenin, düşünen beyinler, akil insanlar, sorgulayan, tartışan, statükonun karşısında olan birileri için ayırdığı bölüm. Soğanın cücüğü gibi, gazetenin en kıymetli yeri yani.”

Uzun zamandır gülmeyi unutmuştum ama bu kez kendimi tutamadım, gözlerim yaşarıncaya, hatta uzaktan bakınca ağlıyormuşum gibi görününceye kadar güldüm.

“Abi” dedim, “Akil adam kim, sorgulayan kim, tartışan kim, ben kim? Öyle şeyler söyledin ki, ne kadar uzasa o kadar uzak kalır bana yani.” ”Sen bunları boş ver dedi. “Ben olması gerekenleri söyledim. Sen yazmaya başla, ben sana bir değil, üç köşe yine ayarlarım. Ayrıca ne yazacağım diye dert etme. İnternet denen bir nimet var. Arada bir oradan yazı indirir, kendi adınla yayınlarsın.” “Abi” dedim, “Sen bu kadar destek olduktan sonra neden olmasın? Madem bir şey gerekmiyor, madem kimse bir şey istemiyor, madem bu işin evrakı, küreği, maliyeti yok tamam diyorum ben de. Bedavadan meslek sahibi olmayı kim istemez?”

“Buraya kadar tamam, şimdi ben, ne iş yapıyorsun, diyenlere ne diyeceğim peki? Arkadaşım, "Ya sabır" diyerek derin bir iç çekti. “Bana bak” dedi, “Bu iş yel değirmeninin su meselesi hikâyesine dönmesin. Ne iş yapıyorsun diyenlere, gazeteciyim diyeceksin. Hepsi bu kadar. Gazeteciyim dedikten sonra herkes ne iş yaptığını anlar zaten...”

Dediklerini pek anlamamıştım ama yine de “Tamam” dedim. Tamam dedim ama yine de eksik olan bir şey vardı. Ne iş yapacaktım ben, bu belli değildi. Gazeteci olacaktım ama işim neydi? Yani bir marangozluk, berberlik gibi değildi. Onların bir yeri vardı. Ben nerde gazetecilik yapacaktım peki?

“Aklıma bir şey takıldı” dedim, söyleyip söylememek arasında kararsız kalarak. “Söyle” dedi, arkadaşım, bir şey söyleyeceğimi bekliyormuş gibi. “Her şey tamam” dedim, ama biliyorsun ben bu gazetecilik mesleğinde henüz yeniyim. Yani şimdi ben gazeteci olunca ne olmuş olacağım?”

“Kalk” dedi, “devamını yolda anlatırım.” Çay paralarını ödedi, koluma girdi, “bak” dedi ve yavaş yavaş anlatmaya başladı. “Sen gazeteciyim deyince, herkes senden çekinecek, resmi makamların kapıları ardına kadar sana açılacak, ama sakın ilk günden havaya girmeyesin… Ali kıran başkesen kesilmeyesin. Memlekette ne kadar yamuk insan varsa seninle iyi geçinmeye çalışacak çalışacak. Aman bizi yazmasın, çizmesin, kızmasın diye de gönlünü hoş tutacak. Manavda meyvenin iyisi, kasapta etin leziz yeri verilecek sana. Hastanede sıra beklemeyeceksin, fırında üstten sıcak, alttan soğuk iki ekmekle aldatılmayacaksın…”

“Gazeteci demek her şeyin en iyisine layık olmak demek. Ama ille de çalışmak istiyorsan sabretmelisin. Birazcık tanındıktan sonra toplantılara çağrılacaksın. Sorusu olan var mı diye sorulunca sakın Don Kişotluk yapıp memleket meselelerine girmeyesin. Fakat mutlaka söz almalısın. Efendim demelisin, vatandaşlar hizmetlerinizden son derece memnun, kanımca yeteri kadar reklam yapamıyorsunuz demelisin. Zamanla kurumların amirleriyle ilgili yağlı ballı birkaç yazı yazmalısın.”

“Biliyorsun, bütün kurumların özel şirketleri var. Onlardan birine kapağı atıp, basın danışmanı, basın müdürü ya da düz basın çalışanı sıfatıyla çalışabilirsin. Basın müdürü değilse bile taşeron işçisi ya da kurum hizmetlisi olarak iş bulabilirsin.”

Bu son ikisi kafama daha çok yatmıştı ama kafam da gittikçe karışmaya başlamıştı. Hem de öyle bir karışma ki, yoğurtla pekmezin karışmasından sonra ayrışması gibi imkânsız bir şeydi.

“Abi” dedim, “haber, yorum, yazı, araştırma ne olacak peki?” Kızgın bir ifadeyle; “Benim sana anlatmaya çalıştığım gazetecilikte bunların hiçbirine gerek kalmıyor" dedi. “Bunları yaparsan gazeteci olamazsın zaten. Sen sadece gazeteciyim diyerek gazetecilik yapacaksın.”

“Peki, yamuk adamlar neden gazetecilerden çekinir?” dedim. Birden durdu, yüzüme baktı: “Yamuk adamlar, gazeteciler, gazetecilik yaparsa başları belaya girer diye çekinir” dedi. “Rüşvet yiyenler, yolsuzluk yapanlar, ihaleye fesat karıştıranlar, akşama kadar yan gelip yatanlar, yani anlayacağın demeç vermekten başka bir mahareti olmayanlar gazeteci geçinenlerle her zaman iyi geçinir, arada bir adını koymaz ama sus payı verir. Cin gibi gazeteciler sus payını bazen kendisi ister. Ama sen bu işte yenisin henüz. İlk etapta ‘aslan payı’ sana düşmez. Zamanla düşer belki, sakın acele etme… sabırlı ol…”

Bir yandan yürüyor, bir yandan çay bahçesinde otururken, birdenbire edindiğim mesleğimle ilgili anlatılanları can kulağıyla dinliyordum. Her şeye rağmen içimde bir huzursuzluk, adını koyamadığım bir endişe vardı. Anlatıldığı kadarıyla gayet güzel bir mesleğe benziyordu. Kafana takılanı eğer yazabilirsen hemencik bir köşe kapıyordun. Yazamadığın zaman internetten bir şeyler buluyordun. Hastanede beklemiyor, resmi makamlarda çay içme şerefine nail oluyordun. Yamuk adamlar senden çekiniyor, ilk başlarda tilki payına razı olursan, zamanla aslan payını kapabiliyordun. Üstelik bütün bunlar için hiçbir şey yapmana, okumana, kafa yormana, fikir üretmene de gerek yoktu. Bir kimlik fotokopisiyle gidip gazetecilik derneklerinden birine üye oluyordun. Üstelik kimse sana kimsin, nesin, necisisin? Diye de sormuyordu.

Buraya kadar her şey iyiydi, hoştu, güzeldi ama, aması vardı işte… Arkadaşım neden gazeteci olmamıştı peki? Bunu kendisine sormaya karar verdim. Son bir şey dedim, kesin kararımı verdim, ben artık gazeteci olmaya oldum, keşke daha önce sana rastlasaydım diye hayıflanmadan da duramıyorum. Aklıma takılan ufak, ufacık bir konu var : Sen neden gazeteci olmadın?”

Yüzüme uzun uzun baktı… Gözlerimin içine baktı… Bir elini omzuma koydu. Sonra beni kendine doğru yavaş yavaş çekti. Yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı… Gözlerimiz tam birbirine değecekken içimi yakan bir ses tonuyla;

“Bilmiyor musun oğlum” dedi, “Benim zaten bir işim var…”

1 OCAK 2010