Mahalleleri, özellikle tarihi mekânları ziyaret eder, buralardaki insanlarla oturmayı, sohbet etmeyi, çay içmeyi severim, ama depremden sonra bu hevesim kalmadı

Çarşıya sık inen biri değilim. Sokakları, mahalleleri, özellikle tarihi mekânları ziyaret eder, buralardaki insanlarla oturmayı, sohbet etmeyi, çay içmeyi severim, ama depremden sonra bu hevesim kalmadı. Acının, kederin, hayal kırıklıklarının zaten yaşadığımız travmayı daha da arttırdığı, yorduğu, incittiği bu sıralar her şeyi unuttum. Unutmaya çalışıyorum. Eve kapanmak, yalnız kalmak, telefon dahi çalmasa sevindiğim bir süreç yaşıyorum. Sanırım bana benzeyen çok insan var. Bakalım sonu nereye varacak.

Tahminim var, ama buradan paylaşarak sizleri de üzmek niyetinde değilim.

Neyse; bugün Altınşehir mahallesinde otobüse bindim. Çarşıya indim. Hiçbir işim yok. Dayanabildiğim kadar dayanacak, sıkıldığım yerden geri döneceğim.

Şehre giriş yoluna paralel olan ikinci girişten üniversite kavşağına gelerek üst geçitten Eğriçayı’na indik.

Sağlı sollu belediye tesisleri var. Depremde çok iş gördü buralar.

Son zamanlarda belediyenin şehre kazandırdığı ne kadar park, yeşil alan, sosyal tesis varsa inanılmaz derecede iş gördü, şehrin yükünü kaldırdı. Çadırlar, konteynerler kuruldu, elektrik su, kanalizasyon olduğu için sorun olmadan yaşam sürdü.

İlk sıralar su yoktu, ama kanalizasyon ve elektrik birçok sorunu çözdü, kolaylaştırdı. Daha sonra su da geldi.

Otobüs, bulvarın dışına çıkmadı. Mimar Sinan Parkı, oradan eski hükümetin önünden, müzeyi geçerek 400 yataklı hastanesine gitti.

Ben, Mimar Sinan Parkı önünde indim, yürüdüm.

Kafamda hiçbir plan yok. Ayaklarımın beni götürdüğü yere kadar gideceğim. Duraklarda, parklarda, sokakta, kaldırımda, seyyar satıcılar, dükkânlar... Ne yapıyorlar? Nasıllar? Görmek istiyordum.

Diyebilirim depremden sonra ilk kez ve bu kadar uzun süreli bir fotoğraf çekecektim. İki yıla yaklaşan depremin ardından neredeyiz? Toparlanıyor muyuz? Sakinleştik mi? Daha doğrusu normalleştik mi?

Bir kere şunu söyleyeyim. Normalleşmek mümkün değil. Geçmiş olsun. Deprem birkaç kuşağı götürdü. Geriye sekiz on yaşlarındaki çocuklar kaldı ki bunlar da deprem sonrası ortaya çıkacak Adıyaman’ı hatırlayacaklar. Ne eski Adıyaman, ne de eski Adıyaman’ı anlatacak kuşağı görecekler. Anlatan olmayacak. Ağlayan, üzülen, iç çeken, dalıp dalıp giden bir fotoğraf görecekler sadece. Hatırlarlarsa bu fotoğrafı hatırlayacaklar.

Yürüdüm. Yürüdüm. Yürüdüm.

Orman İşletmesinin taş binası yok. Yerinde baraka işyerleri var. Küçücük bir çarşı… kafe, tavuk döner falan… Tarih, hatıra, hikâyeler yok.

İlerliyorum. Duraklar ve ışıklar oldukça kalabalık. İnsanlarda bir telaş, bir telaş… Sebepsiz, gereksiz, ama korku dolu. Ürpertici, donuk bakışların arkasına gizlenmiş belirsizliği kanıksayan bir ruh hali var herkeste. Yıkılmışlığı o kadar içselleştirmişler ki sanırsın on yıllardır boğuştukları bir kavganın yorgun, mağlup, sindirilmiş tarafılar. Suskun ve sessiz… Kimsesiz… Deprem kıyafetlerinin süslediği insanlar şuursuzca ve fakat umutla çarpışıyorlar kaldırımlarda. Ben de aralarındayım. Benimle de vuruşuyorlar. Benimle de kavgalılar. Bana da küsler. Üstelik tanımadıkları halde… O kadar benziyoruz ki birbirimize, kimsenin dönüp yanı başındakilere bakacak takati yok. Hepimiz enkazdan kurtarılmış yığınlarız. Nefes alışımıza şükrediyoruz. Yaşamak mı tutunmak mı kimsenin umursadığı yok. Toz içinde her taraf. Toz bulutu var üstümüzde. Her saat yıkansa eksilmeyecek. Ağaçlar, çatılar, kaldırımlar toz içinde. Renk değiştirmiş. Gözlerim yanıyor. Hissediyorum. İlerliyorum. 1968 de başladığım ve beş yıl okuduğum Biraralık ilkokulunu geçtim. Eskisaray camii önündeki boyacılar, avludaki taşlar, köşedeki kahveci, şire pazarı ve yirmi beş kuruşa girebilmek için kapısında dakikalarca beklediğim eski Dilan sinemasının olduğu, şimdi sağlık ocağı caddesi olarak bilinen yere geldim. Daha öteye gitmek istemedi canım. Ayaklarım gitmek istemedi. İlerlemek, kaldırım taşlarını saymak istemedi.

Köşede durdum, Karaali dolmuşuna bindim. Dolmuş dolu. Ayakta durdum. Öğrenci bir kız yerini verdi, kabul etmedim. En ön koltuk boştu, oraya da oturmadım. Tıkış tıkış olmadığı için ayakta rahatsız değildim. Yüzleri, konuşmaları, kasılmaları, elindeki telefonla hava atanları görmek istiyordum.

Telefonu başörtüsüne sıkıştıran siyahlar içindeki bacımı görmeliydiniz. Dolmuştan inene kadar susmadı. İlgilenmedim, ama dikkat çekti haliyle. İster istemez gözler ve kulaklar üstündeydi. Belki de dolmuştan inene kadar bekletemeyeceği bir konuydu; kim bilir.

Adıyaman’ı sabırlı, onurlu, utangaç bilirim. Bıçak kemiğe dayanmayana kadar bekler, hata yapmaz. Atar tutar, ama sahip de çıkar. Sever. Korur. Yardım eder. Misafir eder. Yemez yedirir, içmez, içirir. Ancak bu ana kadar gördüklerim beni incitti. Beni üzdü. Beni kırdı. Bu kadarını hak etmiyor Adıyaman ve Adıyaman’lı. Sabrın da korkunun da bir sınırı var. Bir bitimi var.

Bitmedi mi? Son kerteye dayanmadı mı?

Toz yutmadan yaşamak çok mu zor?

Yeşil yapraklı ağaçlar, kırmızı, kahverengi çatılar olsun artık. Kirlenmemiş camlar, sırtını duvara dayamış boyacılar… El arabasında, naylon torbalar içinde renk değiştirmiş yer fıstığı satanlar… Soluk tenlerine sürdükleri fondöteni güneşte parlayan çakma Adidas’lı, çakma kotlu, çakma yelekli esmer kızlar…

Arkasını dönüp sümkürdükten sonra parmaklarını gömleğine süren Abuzer dayı…

Şansız ve bir o kadar haklısınız.