Bizim köyün inekleri bunlara on beş çeker. Bunların ineklikle alakası yok. Hepsi beyefendi gibi yan gelip yatıyor.
İthal inekler furyasının yeni başladığı bir dönemdi.
O dönem tütün alımları esnasında tütün üreticileriyle kaymakamlık arasında sık sık yaşanan gerginliklerden dolayı Mercan TV’den bir kameraman arkadaşla birlikte Samsat’a gitmiştik. Gerekli çekimleri ve röportajları yaptıktan sonra dönüşte okul arkadaşlarımdan birinin evinde yemeğe kaldık. Yemekten sonra yine arkadaşıma ait olan köy odasına geçtik. Çaydı, kahveydi derken vakit epey ilerlemişi. Geceye doğru yol aldıkça köylüler de ‘Televizyoncular gelmiş’ bahanesiyle birer ikişer damlamaya başlamışlardı. Siyasetten, tütünden, tütün alımları esnasında, kaymakamın bizatihi talimatıyla verilen düşük fiyatlardan dolayı yaşanan gerginliklerden, oradan buradan söz açıldı derken, en son Hollanda’dan ithal edilen Holstein ineklerine gelmişti konu.
Köylülerden biri yarasına tuz basılmış gibi veryansın etmeye başlamıştı:
“İnekler mi, hangi inekler? Bu inekler başımıza bela oldu. Bizim köyün inekleri bunlara on beş çeker. Bunların ineklikle alakası yok. Hepsi beyefendi gibi yan gelip yatıyor. Bilmeyen hepsini yedi köyün ağası sanır. Bunları almak için Gölbaşı’na kadar gittik. Trenle geldikleri için hepsinin haşatı çıkmış. Bize bu inekleri teslim etmeden önce uzun uzun nasihat ettiler; yok şöyle bakacakmışız, yok böyle bakacakmışız, yok gönüllerini hoş tutacakmışız bilmem ne. Sanki kırk yıldır inek besleyen biz değilmişiz de kendileri. Hepsi de mühürlü. Meğer satılmaları da kesilmeleri de yasakmış.”
“Havalar sıcak olur hasta düşerler, soğuk olur yine hasta düşerler. Her seferinde veterinere götürmekten anamız ağladı. Yok, mevsimsel değişikliklerden kaynaklanıyormuş, yok yerlerini yadırgıyorlarmış, yok zamanla birbirimize alışınca her şey yoluna girecekmiş gibi bir sürü işe yaramayan nasihatler. Süt vermeye mi gelmişler, tatile mi gelmişler belli değil. Bilmeyen de analarından yeni ayrılmış buzağı sanacak hepsini.
“Anlayacağınız çocuğumuza bile böyle bakmamıştık. İlaçtı, iğneydi derken baktık olacağı yok. Üstelik ineklerin başına bir şey gelirse başımızın belaya gireceğini de söylediler. Başlarına bir şey gelmesin diye yemin en iyisini, suyun en temizini vermeye başladık. Vallahi bu ineklere verdiğimiz değeri çoluk çocuğumuza göstermedik. Söylemesi ayıp, köy yerinde insanın kendi çocuğuyla bile bu kadar ilgilenmesi ayıptır. Gecede birkaç defa uyanıp gizlice kontrol ediyoruz durumları nasıl diye. Bir de birbirimizden utanıyoruz ki sormayın. Meğer hepimiz aynı durumdaymışız da bilmiyormuşuz… Sonra alıştık bu duruma tabi, hatta kendi aramızda inek bakma nöbeti bile hazırladık.”
“Sözü uzatmayalım gazeteci beyler. Biz bu inekleri alırken, bunların bizim yerli inekler gibi olmadığını, koskoca Holstein inekleri olduğunu, iyi bakılırsa günde kırk litre süt alabileceğimizi söylemişlerdi. Biz de başlarda kırk litre süt alabilmek için dünyanın yemini suyunu verdik ama yirmi litreden fazla hiç süt alamadık. Sonra bu yirmi litre süt yavaş yavaş on litreye kadar düştü. Masrafını hesap ettiğimizde külliyen zarardaydık. Gizlice satmaya karar verdiysek de bunun kanunen başımıza çok iş açacağını bildiğimizden vaz geçtik. Tamam, kanunlar karşısında boynumuz kıldan inceydi ama böyle kanunları yapanların da ayık bir kafayla çıkardıkları kanunları gözden geçirmesi gerekiyordu. Sarhoş kafayla çıkarılan kanunlar ancak bu kadar olurdu.”
“Şimdi siz buraya kadar gelmişsiniz. Biliyorum siz tütün için geldiniz. Ama eğer yiğitseniz bu inekleri yazın da görelim. Çıkıp televizyonda konuşmasını biliyorsunuz. Ama bu inekler yüzünden devletin başımıza ne tür belalar açtığını görmüyorsunuz. Söyleyin devlet bize sahip çıksın. Hakkımızı korusun. Bizi bu gâvur ineklerinden bir an önce kurtarsın. Sizin işiniz vatandaşın hakkını korumak. Gerçekleri konuşun, gerçekleri. Siz ne biçim gazetecisiniz? Bizi yazın. Dediklerimizi yazın. Biz defalarca devlete gittik, halimizi anlatmaya çalıştık. Dedik ki, bizi bu ineklerden kurtarın. Bunlar bizi talan edecek. Akşama kadar yemlenmekten, su içmekten başka bir şey yaptıkları yok. Ya kesmemize izin verin, ya satmamıza. Yok, eğer ikisini de kabul etmiyorsanız, o zaman iade edelim size inekleri, olsun bitsin.
“Devlet bulmuş bizim gibi inekleri, hiç geri alır mı bize verdiği inekleri? Derdimizi dinledikten sonra bize ne deseler beğenirsiniz? “Siz bu ineklerin dilini anlamıyorsunuz, onun için verim alamıyorsunuz.”
“Yok, bir de ineklerin dilini anlayacakmışız. Biz daha ineklerin adını bile öğrenemedik. Birçoğumuz Holstein yerine hala ‘şeytan’ diyoruz kısaca. Biz Türkçeyi zar zor öğrendik, Hollandacayı nasıl öğrenecez? Eğer çocuklarımız mektebe gitmeseydi Türkçe bile öğrenemezlerdi. O devlet büyüklerinden birini yakalasam, yakasına yapışıp, bize ineklerin dilini öğrenmeniz gerekiyor diyeceğinize, ineklere Kürtçe ya da Türkçe öğretin diyeceğim. Devlet bizimle dalga geçiyor. Sanki biz, gâvurların ineklerine hizmet etmek zorundayız. İnanın kendi ineklerimize böyle baksak, değil yirmi, otuz litre süt alırız. Üstelik bizim ineklerimiz böyle nazlı da değil. Ne versen yiyor, ne versen içiyor. Öyle zırt pırt hastalandıkları da yok.
“Bu Hollanda inekleri ne sıcağa geliyor, ne soğuğa… Her mevsimi bahar, her yeri günlük güneşlik çimenlik istiyorlar. Ben de bulsam böyle bir ortam, bana da böyle baksalar, ben de günde on kilo süt veririm. On kilo süt dediğin nedir ki koskoca bir inek için? Devlet bu inekleri bize hasta hasta verdi. Daha köye götürmeden veterinere götürmek zorunda kaldık. Veteriner bey, hamile bir kadını muayene eder gibi büyük bir titizlikle ineklerin etrafından dönüp dolanıyor, sonra da sözde içimizi ferahlatan bir şeyler söylüyormuş gibi, yok bir şeyleri, hepsi yol yorgunu, dinlenince geçer,” diyordu.
“Yav hani adamın hastası olur, ne ölür ne dirilir… Bunlar da aynen öyle işte, sabahtan akşama, akşamdan sabaha kendi bokları içinde debelenip duruyorlar. Sonra yemi görünce de kuduz köpek gibi saldırıyorlar. Yazın bunları, yazın ki devlet baba halimizi anlasın. Ama siz bunları yazamazsınız. Sizde bunları yazacak yürek yok. Bunları ancak ben söylerim ama ben de gazeteci değilim. Benim de sözüm para etmiyor, sesim kimseye ulaşmıyor.”
Bu minval üzre konuşan köylü vatandaşımızı, bazen kahkahayla, bazen hayretle, bazen takdirle bazen şaşkınlıkla yarım saat kadar dinledik. Değil köy yerinde, şehirde bile böyle aklı başında eleştiriler yapan birilerini bulmak pek mümkün değildi. Gece epey ilerlemişti. Peş peşe yakılan sarma cığaralardan dolayı odada göz gözü görmüyordu artık.
Müsaade istedik. Odada bulunan yaklaşık 35-40 köylü vatandaş bizi uğurlamak için dışarı çıkmıştı. Bizi her konuda cesur olmaya çağıran amca koluma girmiş “Dediklerimi unutma” diyerek son kez uyarıda bulunuyordu. “Dayı” dedim, “Sen hiç merak etme. Bizim bir şey konuşmamıza gerek kalmayacak. Az önceki bütün söylediklerini kayda geçtik. Yarın akşam Mercan’da izlersin.”
Adam önce güldü, sonra birden telaşla “Demek hepsini çektiniz” dedi.
“Hem de baştan sona kadar, bütün konuşmanızı kaydettik” dedim. “Sen hiç meraklanma, yarın akşam bütün Adıyaman, ilçeleriyle birlikte senin konuşmanı dinleyecek. Gerekirse konuşmanın bir kaydını devletin yetkili birimlerine de vereceğim. Böylece sen de devlete sesini ulaştırmış olacaksın. Başta vali bey olmak üzere, emniyet müdürü, jandarma komutan, vekiller herkes bilecek ineklerden neler çektiğinizi. Adam en çok ‘jandarma’ sözünü duyunca işkillendi.
“O zaman söyleyeceğim birkaç şey daha var” diyerek önümüzü kesti. “Arkadaş kamerayı açsın onları da söyleyeyim” dedi. Kameraman arkadaşa göz kırparak kayda geçmesini söyledim. Arkadaş da kamerayı açar gibi yapıp “Şimdi başla” dedi.
Adam yeniden konuşmaya başladı:
“Biz devletimizi çok seviyoruz. Bayrağımızı çok seviyoruz. Toprağımızı da çok seviyoruz. Ne mutlu Türküm diyene! Devlet olmasa hepimiz açlıktan ölürdük. Allah Devletten razı olsun. Bize bu inekleri vermekle de en büyük babalığı yapmıştır zaten. Babamızdan bize hiç inek kalmadı. Ama devlet baba sağ olsun, bize inek verdi. Hem de öyle böyle inek değil, Hollanda ineği. Üç gün yem, su vermesek bile bana mısın demiyor, her gün 40 litre süt veriyor. Bu inekler öyle bizim yerli inekler gibi uyuz inekler değil.”
“Bu inekler insan gibi inek, halden anlıyor, yem vermesek böğürüp durmuyor. Sesini çıkarmıyor. Yaz kış bir kere olsun hastalanmıyor. Devlet baba bizim için bu inekleri ta Hollanda’dan buraya kadar getirmiş. Hem de sarsılmasın diye trenle getirmiş. Biz kırk yıldır inek besliyoruz, böyle inek görmedik. Bir kilo yem veriyorsun, 40 litre süt alıyorsun, bu sütü ne yapacağımızı bilmiyoruz. İçiyoruz, yoğurt yapıyoruz, peynir yapıyoruz, satıyoruz bitmiyor.
Kameraman arkadaş araya girerek “Amca hani bu ineklerden şikâyetçiydiniz. Devlet başımıza bela etti bu inekleri diyordunuz?” deyince, Amca sözünün kesilmesinden son derece rahatsız olmuş bir şekilde:
“Şikâyetçi miydik? Biz mi? Ne şikâyeti sayın gazeteci? Neler uyduruyon sen. İnsan hiç devletin verdiğinden şikâyetçi olur mu? Bir tek kişi şikâyetçi olsun karşısında beni bulur.” Kulağıma eğilip “Çekiyor değil mi?” diye sordu. “Çekiyor, çekiyor” dedim, “Meraklanma.” (Sesini daha bir yükselterek) “Biz devletimizden razıyız. Allah da razı olsun. Eğer bu inekleri bize vermeseydi hepimiz köyden göç eder giderdik. Bir zanaatımız da olmadığından şehir yerinde çoluk çocuk per perişan olur, ele ayağa düşer, ekmeğe muhtaç hale gelirdik. Devlet baba imdadımıza yetişti de bize bu inekleri verdi. Köy yerinde 100 dönüm arazin olacağına bir tane Hollanda ineğin olsun. Bir tane Hollanda ineğin oldu mu sırtın yere gelmez. Hem seni besler hem de çoluk çocuğunu. Öyle değil mi arkadaşlar, hiç şikâyetçi olanınız var mı?”
İçlerinden biri “Biz şikâyetçi değiliz, biz devletimizden razıyız. Allah da razı olsun. Şikâyetçi olan, devlet bizi dinlemiyor, bunları devlete anlatın, televizyonda konuşun diyen, kameraya konuşan sendin” deyince, amca onun da sözünü hışımla keserek:
“Hayır, ben kesinlikle devletimizden şikâyetçi değilim. Benim o dediklerimin hepsi şakaydı, işte bu son söylediklerim gerçek düşüncelerim. Hem ben kimim ki devletimden şikâyetçi olayım? Devlet olmazsa bize bu inekleri kim verirdi? Bu inekler olmasaydı halimiz n’icolurdu? Bugün bir ekmek yiyorsak o da önce devlet babanın, sonra da bize verdiği bu inekler sayesindedir. Hepimiz cahalız, mektep neyin görmedik. Ama devlet baba sayesinde bugün hepimizin evinde çalışan bir memur varmış gibi para kazanıyoruz. Yani diyeceğim şu ki, üniversite bitirip memur olan çocuklar bile bir tek Holstein ineği kadar para kazanamıyor. Ne güzel adı var mübareğin; Holstein! Holstein! Holstein! Evet, ne diyorduk, okuyan çocuğumuz yok ama çok şükür okuyan çocuktan çok bize gelir getiren ineklerimiz var. İşte bacasız fabrika dedikleri neyse bu inekler de bizim için odur.”
Sağ elini havaya kaldırıp sesini iyice yükselten köylü amca sesini tüm devlet yetkililerine ulaştırmak istermiş gibi bir yandan “Yaşasın devlet! Yaşasın inekler! Yaşasın Cumhuriyet! Yaşasın Türkiye!” diye bağırıyor, diğer yandan da kulağıma eğilerek “önceki söylediklerimi de bir zahmet sil” diye fısıldıyordu.
“Silinmez” dedim, “silinmesi mümkün değil. Gazetecilik kutsal bir meslektir. Bu kadar kaydı boşuna yapmadık.”
“Silinmiyorsa ben de kaseti alırım” dedi adam.
“Sen değil, jandarma bile elimizden alamaz bu kaseti” deyip, adamı hafifçe geriye doğru ittim.
Adam fırsatı ganimete çevirmek istermişçesine birden parlayıp “Vayyy, demek Jandarmayı da takmıyorsunuz ha! Demek Cumhurbaşkanı da size bir şey yapamaz ha! Demek siz kendinizi devletin de üstünde görüyorsunuz ha! Ben de bunu jandarmaya söylemez miyim?” diye bağırınca bir başkası adamın kulağına eğilip, bizim de duyabileceğimiz bir sesle “Eğer bu konuştukların yayınlanırsa seni kimse kurtaramaz. Devlet büyüklerine hakaretten en az altı sene yatarsın. Altı sene yatmakla kurtulsan iyi. Bir de para cezası verirler ki, köyün bütün ineklerini peşin paraya satsan yine de ödeyemezsin” diye fısıldadı.
Adam, yatacağı altı yıldan çok, yiyeceği para cezası karşısında şaşkına uğramıştı. Bu kez biraz ağlamaklı, biraz tehditkâr “Eğer o kaseti bana vermezseniz, ya da ilk dediklerimi silip, son söylediklerimi yayınlamazsanız siz de bu köyden gidemezsiniz. Ya siz beni vurursunuz ya da ben sizi. Şart olsun!” deyip, üstümüze doğru gelince, evine misafir olduğumuz okuldan arkadaşımın, bize göz kırpıp, adama doğru “Onlar bizim misafirlerimiz, biz davet ettik onları. Üstelik de gazeteci bunlar. Bir nevi devlet malı sayılırlar. Onlara vereceğin en ufak bir zarar, sana çok kötüye patlar,” demesi, adamı daha da öfkelendirmişti.
“Bunlar mı gazeteci, bunlar mı misafir, ne biçim misafir bunlar? Misafir dediğin her şeyden önce misafirliğini bilir, çayını içer, efendice kalkar gider. Bunları ne yapıyor, tuzak kuruyor. Önce adamı bir güzel öttürüyorlar, sonra da yalan söylüyorlar. Kardeşim ben hiç devletin aleyhine konuşur muyum? Bugüne kadar devlet büyüklerimiz hakkında konuştuğumu gören oldu mu? Hem konuşmam hem de kimseyi de konuştturtmam. Konuşanın da ağzının üstüne çakarım.”
“Konuştun ama“ dedi, yaşlı amcalardan biri. “Biz de şahidiz, yalan söyleyemeyiz.”
“Demek yalan söyleyemezsin öyle mi Hamo?” dedi yaşlı amcaya. “Değil bu köyde, burada herkes bilir senin ne yalancı olduğunu. Yalan söyleyemezmiş. Senin doğru söylediğin nerde görülmüş?”
Köylüler yaşlı amcaya destek çıkarak şöyle dedi: “Biz Hamo dayının bugüne kadar yalan söylediğini hiç görmedik. Öyle mahkemelik falan bir durum söz konusu olursa hepimiz Hamo dayının lehine şahitlik yaparız”
İneklerden mustarip olan amcanın çektikleri yetmiyormuş gibi bir de köylüler tarafından yalnız bırakılması canını epey sıkmış, yiyeceği hapis cezasının yansıra köyün bütün ineklerini satmakla ödemeyeceği bir para cezasıyla karşı karşıya kalması nerdeyse şuurunu kaybetmesine neden olmuştu.
“O zaman ben de sizin daha önce devletimiz ve devlet büyüklerimizle ilgili neler söylediğinizi anlatır, hepinizi yakarım. Bir tek kaymakam beyle ilgili söyledikleriniz bile dikkate alınsa hiçbiriniz kurtulamazsınız. Yatacaksak da hep beraber yatalım anasını satim. Ya herro ya merro!”
“Söylersen söyle” dedi geridekilerden biri, içtiği cığaranın dumanını gökyüzüne üfürerek. Daha ona cevap vermeye hazırlanıyordu ki bir başkası:
“Biz senin gibi kameralara kasetlere konuşmadık ki. Ne konuştuysak aramızda konuştuk. Kayıt yok kuyut yok. Dedikodu bile sayılmaz bizimkisi. Nasıl ispatlayacaksın? İftira ediyor, der çıkarız işin içinden. Ama seninle ilgili mahkeme heyetinin elinde tapu senedi gibi kaset olacak. Şimdiden savcıya, hâkime derdini nasıl anlatacağını, kurtulmak için ne diyeceğini düşünsen iyi edersin”
Adam tam bir şaşkınlık ve ne yapacağını bilmez bir halde “Niye laftan anlamıyorsunuz kardeşim? Ben sadece sizi güldürmek için konuştum. Ne kadar şakacı olduğumu bilmiyor musunuz? Hem siz her zaman demez misiniz, senin gibi şakacı bir adam yok diye. Biz burada yıllardır birlikte yaşıyoruz. Balarımız da burada birlikte yaşamıştı, dedelerimiz de. Çocuklarımız da yarın birlikte yaşayacak. Bu gazeteciler yüzünden düşman olmayalım birbirimize. Hem ne malum bunların gazeteci olduğu? Ajan olmadıkları ne malum? Belki de bizi birbirimize düşürmek için gelmişler buraya” diyerek köylülerden bir umar aradıysa da, gülüşmelerinden aradığı desteği bulamadığını anladı.
Köylülerden destek bulamayınca tekrar bize dönüp, “Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur. Bugün benim size bir işim düştü, yarın sizin işiniz bana düşer. Önceki söylediklerimi silin. Elimiz boş gitmeyelim diyorsanız son söylediklerimi yayınlayın. Böylesi hem sizin, hem benim için iyi olur. Devletimi seviyorum. Ama siz sevmiyorsanız ona karışamam. O zaman da ben sizi şikâyet ederim.”
Yeniden sağ eli havada kameraya dönüp:
“Yaşasın Devlet baba! Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti! Yaşasın laiklik! Yaşasın Hollanda inekleri! Holstein! Holstein! Holstein !..” demeye başlamıştı ki, kameraman arkadaşa dönüp “Kamerayı kapat, çekme bunları, yeteri kadar çektik zaten” dedim. Adam bana dönüp:
“Hepiniz hainsiniz kardeşim. Buraya, ‘kaymakamı döveceğiz’ dediğimiz için geldiniz. Dövmediysek bile iyi bir hırpaladık. Onu çektiniz işte, yeter. Şimdi bırakmıyorsunuz ki, devletimizi nasıl sevdiğimizi anlatalım. Bu memleketin başına ne geliyorsa sizin gibi devletini sevmeyen hainler yüzünden geliyor. Yaşasın devlet baba deyince, hemen kamerayı kapatıyorsunuz. Neden? Çünkü vatandaşla devletin arasının iyi olması işinize gelmiyor da ondan” diyerek yeniden nutuk çekmeye başladı. Adamın konuştuklarını duymazdan gelerek, kalabalığa “Çok geç kaldık, gitmemiz gerekiyor artık, müsaadenizle” diyerek izin istedik.
İçlerinden bazılarıyla vedalşıp arabaya doğru ilerlerken, adam arkamızdan “Lan!.. Nereye gidiyorsunuz lan!.. Şart olsun peşinizden şehre kadar gelir, sizi de televizyonunuzu da yakarım. Neyinize güveniyorsunuz olum siz? Lan!.. Kaydetsenize olum. Yaşasın!.. Yaşasın!.. Yaşasın!..” diye bağırıyor, diğerleri gülmekten yere yıkılıyordu