Türkiye Şoförler Odasının (TŞOF) dinlenme tesislerindeyiz. Akşam namazı ve yemek için mola vermişiz. Yemeğin bir yerinde gözlerim dalıp gitmişken birden yaşları beş ila sekiz arasında değişen onlarca çocuğun üçerli sıra halinde içeri daldığını gördüm. Hepsi mahzun ve kederliydi. Mümkün olduğu kadar tek tek hepsinin gözlerine bakmaya çalıştım. Sonra kızım geldi gözlerimin önüne... Çocuklarım... Onların yüzünde kendi çocuklarımın yüzünü gördüm. Bay bayan sekiz – on öğretmenin refakatinde tek tip eşofmanlar giyerek aşağı indiklerini gördüğümde onlarla inmeye karar verdim. Kafeye yöneldim ve çayımı aldım.
Aklım çocuklarda kalmıştı. İçeri girdim ve öğretmenlerden birine çocukların kim olduklarını sordum. Yetiştirme yurdunda kalan çocuklar olduğunu söyledi. Sayılarını sordum, kırk beş dedi. O ara görevlilerden biri çocuklara börek dağıtmaya başladı. Çocuklar iki eliyle birden tuttukları böreği ısırmaya başladıklarında masalarında su dahil hiçbir içeceğin olmadığını fark ettim. Hangi birinin yüzüne baksam onda kendi çocukluğumu görüyordum. Görevliye, çocuklara meyve suyu almak istediğimi söyledim. “Çok sevinirler” dedi. Karşıdaki markete gittiğimde bir başkasının onlara bisküvi almaya geldiğini öğrendim. Göz göze geldik ve başlarımızı öne eğdik, utandık. O çocukların yalnızlığından kendimize pay çıkarıyor gibiydik.
Geri döndüğümde çocuklar kendi hallerinde oturmaktaydılar. Meyve sularını görevliye verdim. Herhangi bir masada oturmaya, ya da çocuklardan herhangi biriyle göz göze gelmeye cesaret edemedim. Yeniden aldığım çay öylece elimde duruyordu. Ne kadar yüzlerine bakmaya utansam da yine de onların dünyaya bomboş bakan gözlerine bakmaktan kendimi alıkoyamıyordum.
Anneleri var mıydı? Kendilerini merak eden babaları olmuş muydu? Bu çocuklar yetiştirme yurduna nasıl verilirdi? Bu çocuklar, “anne ve babalar” hakkında ne düşünürdü? Sonra hiç birisi bir diğerine kardeş değildi... Yaşları beş ila sekiz arasında değişen kızlar ve oğullardı. Gözleri hiçbir yere bakmıyor gibiydi. Yüzleri esmer, saçları mat, tenleri renksizdi. Herhangi birini, herhangi kırk beş çocuğun arasına bıraktığınız zaman fark etmemeniz mümkün değildi. Yine herhangi bir çocuğu kırk beş yetiştirme yurdu çocuğunun arasına bıraktığınızda da fark etmemeniz mümkün değildi. İnsan olan, insan bakan herkesin için bu kaçınılmazdı.
Yetiştirme yurdunda okuyan çocuklar hakkında bilgim yoktu. Kimler yetiştirme yurtlarına verilir, yetiştirme yurtlarında kalan çocuklar ne yer ne içerler bilmiyordum. Ama o çocukların üçerli sıra halinde yürüyüşünü, yürürken bir kez olsun başlarını kaldırıp etrafında kendilerini izleyenlere bakmayışını ya da çevrelerinde olup bitenlerin farkına varmayışını, masalarda üçer beşer oturup kendilerine verilen böreği ısırışlarını ve birbirleriyle ne yürürken ne otururken tek kelime etmeyişlerini, öğretmenlerin verdiği komutlara bile sessiz bir şekilde uyuşlarını gördüğümde, onların nasıl bir dünyada yaşadığını kendimce sorgulamaya çalıştım. Anladıklarımın burada yazmaya çalıştıklarımdan ibaret olmadığını söyleyebilirim.
Birçok şey kelimelerle anlatılsa da kelimelerle anlatılan birçok şeyi bazen hiçbir kelime anlatmaya yetmiyor...
O çocukların o hallerini bir kez olsun görmenizi isterdim. Yüzlerine bir kez bakmanızı, bakışlarını bir kez görmenizi, duruşlarını bir kez olsun izlemenizi isterdim. Sanırım o zaman hayata sırtını dönmüş, kimseden hiçbir beklentisi olmayan bir ruh halinin nasıl olduğunu anlardınız. Bunu anlamak için orada olmanızı çok isterdim. Ve o çocukların birbirine benzeyen ama hiçbirinde başka çocuklarda olmayan bir özelliğinin olduğunu görmenizi…
O çocukların tamamını birden kendi çocuklarım gibi gördüm. Saçlarını okşayamadım. Yüreklerine dokunamadım. Onların, ne benim ne de benim gibi yanlarından gelip geçerken kendilerini izleyenlerin farkında olmadığını biliyordum. Yüreğimden onlara bir şeyler vermek istedim. Bunun da farkında değillerdi. Başlarında bulunan öğretmenleri dâhil olmak üzere orada bulunanlardan hiçbiri onların umrunda değildi. Böyle olduğunu anlamak için onların duruşunu bir kez olsun görmek yeterliydi. Değil çevreyle, kendileriyle bile ilgilenmiyorlardı çünkü.
Her biri beş ila sekiz yaşları arasında değil, yetmişini çoktan devirmiş, hayırsız oğullar ve kızlar tarafından terkedilmiş birer abide gibi durmaktaydılar. Esaslı bir duruşu vardı her birinin. Koca bir çınar gibi sırtını kendine, kökünü toprağa yaslamış gibiydiler. Saatlerce yüzlerine baksanız bile, onların bir kez olsun dönüp size bakmayacakları kesindi. Sanki bütün yüzler tükürülmek içindi onlar için. Hatta tükürülmeye bile değmezdi belki de. Belki de bunun için kendilerine şaşkınlıkla bakan hiç kimseyi umursamıyorlardı. Belki de alışkın oldukları içindi. Belki de kimsenin artık kendilerine bir faydalarının dokunmayacağını anladıklarındandı. Onlar sözleriyle değil, bakışlarıyla, duruşlarıyla, susuşlarıyla anlatıyorlardı her şeyi. Ve kalbi olan herkese bunu anlatmaya çalışmak ve kalbi olan herkesin bunu anlaması o kadar da zor değildi.
Bu çocuklar rüyalarında neler görürlerdi acaba? Babaları çocuk parklarına götürür müydü onları? Anneleri sabah kahvaltılarını hazırlar, alınlarına sıcacık bir öpüş kondurarak okula yollar mıydı? Ya da okul dönüşü kendilerini bekler miydi? Yorulduklarında, uykuları geldiğinde başlarını dizlerine koyacak biri var mıydı? Birileri onlara ninniler söyler, masallar anlatır mıydı? Sabah kahvaltıları hazırlandıktan sonra birileri tarafından öpücüklerle uyandırılırlar mıydı? Nasıl rüyalar görürlerdi bu çocuklar, rüyalarında kimler tarafından sevilir, kimler tarafından terk edildiklerinde ağlarlardı?
Rüyalarında melekler tarafından gezdirilirler miydi göklerde? Gökyüzü ne demekti onlar için? Yeryüzü ne anlama geliyordu? Her biri bir melek kadar saf ve masum olan bu çocukların gördükleri rüyalar nasıl rüyalardı? Servis arabalarına biner, ya da babalarının özel otolarıyla gezintiye çıkarlar mıydı? Hafta sonları balığa mı çıkarlardı abileriyle, yoksa ablalarıyla evcilik mi oynarlardı? Nasıl rüyalar görürdü bu çocuklar? Yine kendileri gibi yetiştirme yurdunda kalan çocuklarla mı, yoksa bambaşka bir dünyanın çocuklarıyla mı oyun oynarlardı parklarda? Sahi gittikleri parkları, oynayacakları oyuncakları, koklayacakları çiçekleri, sarılacakları anneleri, kendilerine oyuncak alacak babaları var mıydı bu çocukların?
Kendi aralarında ne konuşur, neye ağlar, neye gülerlerdi. Onların gözünde anne ve babalarının kucağında el bebek gül bebek büyüyen çocuklar nasıl çocuklardı? Çocuk olmak nasıl bir şeydi ve büyümek niçin gerekliydi? Yarınsız büyümek böyle bir büyümek miydi? Eğer yarın bugünden güzel olmayacaksa böyle bir umut yoksa yarın niçin olsundu? Yarınsız bir gelecek nasıl bir gelecekti bu çocuklar için?
Nasıl bir dünyanın çocuklarıydı bunlar? Dünya nelerden ibaretti onlar için? İki elleriyle birden, çaysız ve susuz ısırdıkları börek onlar için ne anlam taşıyordu? Dünyanın bütün zevkleri bir böreğin ısırılışında mı saklıydı onlar için? Gerçekten tadını alıyorlar mıydı? Yaşadıkları dünya onlar için bir anlam taşıyor muydu? Eğer taşıyorsa neden çevrelerinde olup biten her şeye hepsi birden sözleşmiş gibi boş gözlerle bakıyordu? Kendilerine bakıp duran insanlar hakkında ne düşünüyorlardı acaba? Bu çocuklar rüya görür müydü gerçekten? Biliyorum rüya görmek herkesin hakkı. Belki de en çok, yaşamlarında mutlu olmayan bu çocukların hakkı. Ama bu çocukların duruşunda bambaşka bir mana, bambaşka bir isyan var. Bu çocukların duruşunda her şeyi göze almış ve her şeye boş vermiş insanların duruşu var.
Sonra bunca adam, bunca mutlu anne ve baba ve bu kadar büyük devlet ve bunca devlet adamı bu çocukların yarınları hakkında ne düşünüyordu acaba? Onlara nasıl bir gelecek hazırlıyordu? Yoksa hepsi birden cicili çocuklarının onların arasına karışmamasının önlemlerini almakla mı meşguldü? Ne de olsa onlar kötü çocuklardı. Peki bu kötü çocuklar hayatlarının sonuna kadar toplumdan tecrit edilerek nasıl yaşayacaklardı? Bu mümkün olmadığına göre gerçekten bunların geleceği hakkında ne düşünülüyordu? Bunlara cevap vermek mümkün değil, biliyorum. Biliyorum ki bu çocuklar büyüyecek er ya da geç bir gün yaşadıkları toplumla hesaplaşacak. Bundan kaçmak mümkün değil. Çünkü onlar bizim çocuklarımız, bizim aynamız, yarın kendilerine baktıklarında gördükleri bizden başkası olmayacak.
O çocukları bir kez olsun görmenizi isterdim. Hiç değilse bir kez olsun yaşadıklarınızın farkına varmanız için. Hiç değilse çocukluğunuzda kalan eski bir hatırayı yeniden yaşamanız için, hiç değilse kendi çocuklarınıza annelik ve babalık yapabilmeniz için. Hiç değilse saflığın, masumluğun, uçarılığın, aykırılığın, onurun ve erdemin yeniden tadına varabilmeniz için. Hiç değilse dünyayı elinizin tersiyle bir kez olsun itebilmeniz için. Ve bir kez olsun hayatı ıskalamanın o kadar da korkunç bir şey olmadığını anlamanız için…
O çocukları bir kez olsun görmenizi isterdim!
O çocukları bir kez olsun görmenizi isterdim!
O çocuklara bir kez olsun dokunmanızı isterdim!
Yaşanabilir bir toplum, yaşanabilir bir ülke ve yaşanabilir bir dünya için…
Gözlerinizi sonuna kadar açıp, çarpan yüreğinize engel olmadan…
O çocukları bir kez olsun görmenizi isterdim…
Bir kez olsun dokunmanızı…
Mola bitti…
***
19 yıl önce (14 Mayıs 2000) mola yerinde yazmış olduğum bir yazı... Kitaptaki birçok yazımın muhabbeti oldu ama bunun hiç olmadı; oysa o kadar da önemsediğim bir yazıdır...