Bin beş yüz metre yüksekteydik. Beydağının zirvesi.. Tek tük ardıçlar, yabani meyveler vardı. Kayalıkların arasına serpilmiş gevenler yastık gibi yayılmıştı.

Cumartesi günü gittiğimiz köye elektrik yeni geliyordu. Direkler dikiliyor, kablolar çekiliyor, arabanın biri gidiyor, biri geliyordu. Temmuz sıcağına rağmen hava serindi. Bin beş yüz metre yüksekteydik. Beydağının zirvesi... Tek tük ardıçlar, meşeler, yabani meyveler, çalılar vardı. Kayalıkların arasına serpilmiş gevenler yastık gibi yayılmıştı.

Mahmut ağabey, şoföre köyde beklemesini söyledi. Köyden sonra yol yoktu zaten. Patikalardan gidiliyordu. Birkaç mezra dışında yerleşim de görünmüyordu haritada.

Şoför, aracı bir ağaç gölgesine çekti, haritaları, dürbünü, klizimetreyi ve fotoğraf makinesini, aldık, düştük yola.

Boynumuzda dürbün, elimizde fotoğraf makinesi... Korucular uzaktan bizi terörist sanabilirlerdi.

Mahmut ağabey yabancısı olduğu buraların ayak basmadık yeri kalmayacak diyerek haritanın bizi sürüklediği her deliğe sokmaya niyetliydi.

Gittiğimiz birkaç mezra harabeydi. Yıllar önce boşaltmışlar. Mezarlar bile boştu. Birkaç ardıç ve ve meşe dışında ağaç da yoktu. Yaşar Kemal’in İnce Memed’inden kopup gelen dağlar, tepeler gibiydi her taraf. Gevenliklerde yürüyor, yemişenler koparıyor, sincapları sayıyorduk. Boz yılanlar kuyrukları üstüne dikilip bizi dikizliyorlardı. Kayalıklardaki yırtıklara tutunmuş çalılıklara yuva yapan kuşlar bir sonraki vadiye haber uçuruyorlardı. Yankılanan sesler vadi boyunca yayılıyordu.

İyice acıkmıştık. “Dönelim mi” demeye cesaret edemediğim için gördüğüm alıç ve yemişenlerden koparıp koparıp ağzıma atıyordum.

Neyse ki o da acıkmış olmalı ki, “Dönelim,” dedi.

Eğimler, açıklıklar ve kayalıkları işlediğimiz haritaları dürdüm, koltuğuma aldım, geldiğimiz yoldan gerisin geriye yürümeye başladık.

Şoför koltuğu yatırmış uyuyordu.

Seslerden rahatsız olacak ki uyandı.

Yiyecekleri almak için bagajı açmasını istediğimde, “Muhtar bizi yemeğe davet etti. Siz gittikten az sonra geldi,” dedi eliyle karşı evi göstererek.

Mahmut ağabeye baktım.

İnce dudaklarını yalayarak, “Hangi ev?” dedi.

Şoför bir daha gösterdi aynı evi.

“Aha şu...”

Bana baktı Mahmut ağabey.

Karpuz ekmek yemekten iyidir dedim içimden.

“Gidelim mi?”

“Sen bilirsin ağabey.”

Ne bekliyoruz dedim içinden halbuki!

“Haydi o zaman,”

Oh be, yağlı yüzlü yemekler...

Saat iki. Karnım gurulduyor. Burnuma kuru fasulye kokusu geldi. Sac ekmeği, kavurmalı pilav ve ayran... acı biber...

Eve vardık, kimse yok.

Kapıyı çaldık, ses yok.

Az öteden biri, “Buraya gelin,” diye bağırdı.

Mahmut ağabeyin sinir olduğu şeyler.

Yüz ifadesi anında değişti.

“Yürü, gidiyoruz,” dedi, geri döndük.

Karpuz ekmek bekliyordu bizi.

Pilav, kavurma, kuru fasülye, acı yeşil biber, ayran...

Döndük çaresiz. Boynumuz bükük, açlıktan iki büklüm vardık arabaya.

Az evvel bağıran adam koşarak yanımıza geldi.

Mahcup bir şekilde, “Efendim, ev küçük, sığmayız dedik, komşuya aldık. Bu yüzden...”

“Haber vereydiniz ya!” dedi Mahmut ağabey.

Nereden bilsinler hassasiyetini!

Nazlı, titiz ve gergin... anında surat büker. İnatçı mı inatçı...

Kararlı olduğumu gören adam çekip gitti.

Karpuz ekmekle doyurduk karnımızı.

...

Vakit hayli ilerlemişti. Epey bi yorulmuştuk. İyi iş çıkarmıştık. Mahmut ağabey iki kez düşmekten kurtulmuştu. Birinde elindeki çapanın sapı kırılmıştı.

Ayağında ve elinde hafif ezikler vardı.

Güneş yumurta sarısı gibi dağın arkasına yuvarlanıyordu.

Dönüş yolundaydık.

“Çocuk var mı,” dedi birden.

İlk kez iş dışında soru soruyordu.

“Bugünlerde bekliyoruz ağabey,” dedim.

“Öyle mi! Neden söylemedin? Getirmezdim seni. Acele et o zaman. Birkaç gün ofiste çalışır. Haydi çabuk," dedi.

Sert bakışlı, gergin suratlı, inatçı, sevimsiz gülüşleriyle adamı korkutan Mahmut ağabey gitmiş, yerine duygulu, sevimli, hassas biri gelmişti. Beni ve eşimi düşünüyordu.

Bir saatlik yolu yarım saatte aldık.

İlçeye inmeden, yolda durmadan geldik Adıyaman’a. Buna rağmen vakit hayli geçti.

Tesadüf, bizim gibi araziden geç dönen bir araç santral nöbetçisi çay ısmarlayınca oturmuş, çay içiyordu.

Şofore beni eve bırakması için rica ettim.

Bardağı bıraktı kalktı.

Işıklar sönüktü.

“İyi, hanım yatıyor,” dedim içimden.

Zili çaldım.

Kapı açılmadı.

Bir daha çaldım.

Yine açılmadı.

Telaş etmeden kapıyı vurdum.

Çıt yok.

Gerildim. Hastane, doğum, bebek... ve ben yokum.

Eşim yalnız. Eğer doğumsa kim götürdü hastaneye? Kim var yanında?

Koşarak şehre, heykel meydanına vardım.

Bildiğim duraklarda taksi yoktu.

Aynı tempoyla daireye vardım.

Beni eve bırakan araç duruyordu, ancak şoför...

Santralin kapısını açınca şoförü gördüm.

Nasıl sevindim anlatamam.

O da şaşırdı. Az önce bırakmıştı eve; şimdi buradaydım.

Mazeretimi anlattım, anlayış gösterdi, kırmadı.

Önce babamlara gidelim dedim. Gündüzden gelmiş olabilirdi. Gecikeceğimi tahmin edince yalnız kalmak istememiştir.

Sümerevler’de oturuyorlardı babamlar.

Saat on iki.

Işıkları yanıyordu. İçimde bir korkuyla kapıyı çalarken şoföre beklemesini istedim.

Annem babamdan önce koştu kapıya.

“Gözün aydın. Bir oğlumuz oldu. Kızım da oğlum da iyiler şükür,”

İlk tebrik eden şoför oldu.