“Çok üzdüm onu evlat. Çok ağlattım. Hastalandığında doktora götürmek dışında bir iyilik yapmadığımı hatırladıkça kahroluyorum. Kendime kızıyorum.
Her hafta götürmemi istiyor, ama ben istemiyorum.
Sebebi çok açık; 65 yıllık hikâyenin en başına dönüyor, nerede hata yaptığını, onu üzdüğünü gözyaşları içinde söylenip duruyor.
“Bugünleri bilsem o kadar çok iyilik yapardım ki” itirafının hiç kimseye bir faydası olmadığını bile bile söylüyor.
“Çok üzdüm onu evlat. Çok ağlattım. Hastalandığında doktora götürmek dışında bir iyilik yapmadığımı hatırladıkça kahroluyorum. Kendime kızıyorum. Kötü biriyim. Ama en iyi doktorlara götürdüm. Hastayım dediğinde haydi diyordum. Olsun, yine de kötüyüm. Kötü biriyim. Koluma takıp yemeğe götürmedim. Gezmeye gitmedik. Tatile çıkmadık. Bir yanımız hep açtı. Yedi çocuğa o baktı. O bakmış. O büyütmüş.”
Mezar taşını seviyor. Ağlıyor. Af diliyor.
“Beni görüyor mu acaba? Beni duyuyor mu?”
Ne kadar da çok istiyor, bilemezsiniz.
“Hayatta olsa sen gene aynı sen olurdun,” diyorum.
“Acaba…” diyor.
O kadar pişman ki… Kim bilir anlatmadığı daha neler var. Kim bilir daha neler yaptı kadıncağıza.
Ben biliyorum aslında çoğunu yokluk ve yoksulluğun yaptırdığını. Cehaletinin vicdanında açtığı derin izlerin sebebi çoğunlukla yokluk olsa da geri kalanının erkekliğine yediremediği gururu olduğunu çok iyi biliyorum.
Olsun, pişman olduğunu görmek de önemli.
“Affet Ayşe… Mekânın Cennet olsun Ayşe. Elimi tuttun, helallik istedin, ben ağlamaktan helal olsun diyemedim. Helal olsun Ayşe…”
Pişmanlığı kabahati olarak görüyor.
“Pişmanım, çünkü suçluyum.”
Çaresizliğin kabahatini suçu olarak görmesi altında ezildikçe kendi olmaktan her saniye uzaklaşıyor. “Boş dünya,” metaforu içine sıkıştırdığı hayatın onu hiç ölmeyecekmiş gibi kandırdığının farkında.
İyi giyinmek istemiyor.
“Bir öğün yeter bana,” diyor, o akşamları eve geldiğinde yemek hazır olmadığında Ayşe’ye dünyanın lafını eden adam.
“Vay dünya vay…”
Hesaplaşma vaktinin geçtiğini bile bile…