Öğretmen içeriye girdiğinde otuz üç kişilik sınıfta kızlar hariç herkes ayaktaydı. Acemiliği üzerinden atmış okula yeni başlayan çocuklar gibiydik hepimiz.

Aşk, güzeli sevmek değildir. Sevdiğini güzel görmektir.

Kaçan fırsatları düşünmekten, sahip olduğumuz imkânları görmeye zaman kalmıyor.

En acısı da bu imkânların bizi ne kadar mutlu edeceğini göremeden ölüp gitmek.

Kimileri zengin olmak/ölmek ister, kimileri zengin yaşamak...

Zengin olmak isteyenler zengin yaşayamadan, zengin yaşamak isteyenler zengin olamadan ölürler.

Öğretmen içeriye girdiğinde otuz üç kişilik sınıfta kızlar hariç herkes ayaktaydı. Acemiliği üzerinden atmış okula yeni başlayan çocuklar gibiydik hepimiz. Kimimiz sıralara çıkmış, birbirimize silgi ya da tebeşir fırlatıyor, kâğıttan uçaklar uçuruyorduk, kimimiz teneffüste yarım kalmış hınzırlıklarımızı tamamlamaya çalışıyorduk. Muzipliğin bini bin paraydı. Kimsede öğretmene yakalanırım korkusu yoktu. En fazla sınıftan atılırdık ki bu da işimize yarardı. Bahçede oynamak içeride öğretmenden tarih, coğrafya ya da matematik dinlemekten daha eğlenceliydi. Esneyerek, hatta yarı uyuklayarak öğretmeni dinlemek bir işkenceydi. Dersin bir yerinde öğretmen dönüp, hangimize en son ne anlattığını sorsa, zokayı yerdik.

Lise birlerin içerisinde en kalabalık sınıf bizimdi. Sayıca olduğu kadar, yaramazlıkta da birinciydik. Öğretmenler odasını basarak tarih öğretmenini döven ve daha sonra disiplin kurulu kararı ile okuldan atılan öğrenci de bizden çıkmıştı. Bugün olsa yan gözle bakmaya değmez bir sebep yüzünden çıkan kavga da Halil Öğretmene kafayı indiren Solak Sadık, hepimizi çok üzmüştü. Ağzı burnu kan içinde kalan öğretmen yerde yatarken, çağrılan polisler Sadık’ı almış karakola götürmüşlerdi. İçimizde bunu göğsü kabararak anlatanlar olduğu gibi, utancından günlerce başı eğik gezenler de vardı. Ben, uzun bir süre sınıfımı ve şubemi saklamıştım herkesten. Savunduğu ideolojinin parmakla gösterilen neferi olmak için racon kesmek gerekti o zamanlar. Kime racon kestiğiniz pek önemli değildi. En afilisi de okul idaresine kafa tutmaktı yaramazlıkların. Neyi niçin savunduğunuz değil, okul idaresine kafa tutmanız önemliydi. Hele bunların içinde savunduğunuz ideolojinin karşısında kemik gibi duran öğretmenler varsa, bunlara kafa tutmak daha bir önemliydi. O zaman cesaretiniz kadar, fikirleriniz de önemseniyordu. Zil çalınca koridorlarda iğne atsan yere düşmezdi. Bu, üst sınıfların da bizden geri kalır yanları olmadığını gösteriyordu sayıca. Sekiz kız öğrenci vardı bizim sınıfta. Babası memur olduğu için ilk dönemin yarısında gelen kız, sınıfın, hatta okulun en güzel kızıydı. Gamze… Gamze’ydi ismi. Dikkatini çekmek için yapmadığımız cambazlık yoktu. Gel gör ki hiçbiri Gamze’nin dikkatini çekmiyordu.

Gamze, güzelliği kadar çalışkanlığıyla da dikkat çekiyordu. Gelir gelmez daha ilk sınavlarda en yüksek notları o kapmıştı. Fiziği sesi kadar güzel olan şarkıcıların torpilli doğduklarını düşünürken, Gamze’yi tanıdıktan sonra zeki ve güzel kızların da bu cenahtan olduklarına inanmaya başlamıştım. Daha doğuştan ayrıcalıklı olmak bu insanların marifeti ve tercihi olmadığı gibi hiçbir özelliği olmayan benim gibilerin de sıradan biri olmak suçumuz değildi. Bizler kaçırdığımız fırsatları bir daha yakalamak için hayal kurarken, onlar ellerindeki imkânların keyfini çıkarıyorlardı. Zengin çocuğu olarak dünyaya gözlerini açmak sanki kendi tercihleriymiş gibi burunları havada, göğüsleri bir karış önde yürüyenlerin fakirliği kusurumuzmuş gibi görmeleri, salakça bir düşünce ve bozuk bir ruh halinden başka bir şey değildi bana göre. Zira bunların içerisinde yıllar sonra ekmeğe muhtaç, cebinde çay parası olmayanları çok gördüm.

Aynı şekilde ekmeğe muhtaç, cebinde çay parası olmayanların içerisinde müthiş zengin olanlar vardı. Zengin doğmak marifetleri idiyse, neden fakirleştiler bu insanlar? Fakirlik, çulsuzların kusurlarıydı madem, neden sonradan zengin oldular?

Çocuk aklımla karıncaların neden uçtuğuna ve kelebeklerin neden az yaşadıklarına cevap ararken, bu konulara da kafa yormam, tembelliğimin geri zekâlılıktan değil, yeterince ders çalışmamaktan kaynaklandığını gösteriyordu apaçık. En büyük şansızlığım, aynı odada dokuz kişi yatmak ve ders çalışmak için yer bulamamaktı.

Beni en çok İngilizcesinin iyi olması ilgilendiriyordu Gamze’nin. Diğer derslerde çalışsam ondan iyi notlar alacağımı biliyordum, fakat İngilizcede ne yaparsam yapayım, geçemeyecektim onu. Çünkü henüz Türkçeyi bile doğru dürüst konuşamıyordum. Konusunu iyi seçmeme ve duygularımı tam olarak ifade edebilmeme rağmen, yazdığım kompozisyonlarda imla hataları yapıyor, kırık notlar alıyordum hep. Hele konuşmam hepten berbattı. Oysa Gamze’nin dudaklarından dökülen kelimeler su gibi berrak, insanın içine işleyen bir şarkı gibi etkileyiciydi. Her kelimesi kulaklarımızın pasını siliyor, bir şarkının güfteleri kadar kendimizden geçiriyordu. Kelimelerin bende bu kadar iğrenç, anlaşılmaz ve iğreti durduğunu, onda ise zarif, naif ve su gibi olduğunu, ilk kez onunla öğrenmiştim. Güneşin parlaklığı, dünyanın aydınlığı, yıldızların gizemliliği onunla daha bir anlamlıydı. Dünya, güneş ve yıldızlar, artık benim için Allah’ın yarattığı varlıklardan öte birer varlıklardı. Daha fazla seyretmek, daha fazla düşünmek, daha fazla anlamlar yüklemek istiyordum. Yeni kelimeler keşfediyor, beni hayata daha çok bağlayan farklı ve tarifi imkânsız duygulara kapılıyordum onu düşündükçe.

Bence bu aşktan da öte bir şeydi. Sadece aşk olamazdı. Eğer âşık olmak bir güzele tutulmaksa, ondan daha güzel birini gördüğünüzde bu kez ona âşık olmanız gerekirdi. Oysa uğruna ölümü göze aldığınız bir çirkinlik bile aklınızı başınızdan alabiliyor, sizi kendine âşık edebiliyordu. O zaman benimkisi âşık olmaktan da öte bir şeydi. Hiç kimsenin, hiçbir fikrin ve aklın alamadığı bir duyguydu. Değiştirilemez, daha iyisi yaşanamaz bir duygu. Yani güzele âşık olmak değil, sevdiğini güzel görmekti benimkisi.

Samsun On Dokuz Mayıs Üniversitesi, Sınıf Öğretmenliğini kazanmıştım. Annem, babam ve kardeşlerim müthiş sevinmişlerdi. Evin büyüğü olduğum için benden küçük kardeşlerimin de kazanacaklarını düşünüyor, daha çok mutlu oluyorlardı. Ben, şeytanın bacağını kırmakla herkesi ümitlendirmiştim. Zira mahallede, bir evden birisi üniversiteyi kazanırsa, diğerlerinin de kazanacağını düşünüyorlardı. Şehirde tek otobüs firması olduğu için önce Ankara’ya, oradan da Samsun’a gidecektim.

Yolculuk zamanı yaklaştıkça heyecanım artıyordu. Annem ve babam kazanmama sevinmişlerdi, ancak onları bırakıp gidecek olmama üzülüyorlardı. Ben bunun gurur ve sevinçten olduğunu düşünüyordum. Beni uğurlamak için eve gelenlere göğüsleri kabararak anlatıyorlardı çalışmalarımı.

Söyledikleri kadar değildim aslında. Farkım, herkesten biraz daha fazla çalışmaktı. Zeki değildim, ama azimliydim. Geç de olsa öğrenmeyi başarıyordum.

İlk dönemi başarıyla geçmiştim. Tatil için memlekete gitmenin hazırlıklarına iki gün önceden başladım. Aslında bir hafta önceden almıştım bileti. Gurur ve sevinci birlikte taşıyordum içimde.

Beni nasıl karşılayacaklarını çok merak ediyor, memleketin okuyan tek öğrencisi benmişim gibi gururlanıyordum. Dünyanın en zor işini başarmışım gibi bir his vardı içimde. Memleketin bütün sorunlarını çözecekmişim gibi geliyordu. Onlara üniversiteyi, Samsun’u ve İngilizceden nasıl geçtiğimi anlatacaktım. İngilizce öğretmenimin bana “Kaç kardeşsiniz?” sorusunu “Dört kardeşiz, üç de kız…” şeklinde cevapladığımı söylediğimde, yüzlerinin aldığı ifadeyi çok merak ediyordum.

Ankara’ya indiğimde memlekete gidecek arabaya daha üç saat vardı. Kızılay’da Zafer çarsına gitmek, kitapçıları gezmek istiyordum. Buradaki kitapçıları hep merak etmişimdir. Ankara’da okuyan bir arkadaşımla mektuplaşırken Zafer Çarsını mutlaka gezmemi istemişti benden. Şimdi tam sırasıydı.

Annemin fazladan valize koyduğu ve geri götüreceğim eşyaları doldurduğum bir çantayı emanete teslim ettim; bilet aldım, kırmızı, bej renkli otobüslerden birine bindim, Kızılay’a gittim.

Çok kalabalıktı çarşı. Tamamına yakını gençlerdi. Birçoğunun üniversite öğrencisi olduğunu ellerindeki kitaplardan anlayabiliyordum.

Tek tek dolaştım kitapevlerini. Okuyamadığım, ama okumak istediğim onlarca, yüzlerce kitap vardı tezgâhlarda. Müthiş keyifliydim. Kitapların arasında dolaşırken okumuş kadar keyif alıyordum. Kapaklar, kokuları ve dokunurken hissettiklerimi anlatamam. Gerçekleşmesini istediğiniz bir hayalinizin gerçek olması halinde yaşayacağınız duyguların hepsini yaşıyordum bu anda. Çoktandır görmek istediğim arkadaşım gibiydiler kitaplar. Onlarla hasret gideriyor, koklaşıyor, el sıkışıyorduk. Bana içini dökmek isteyenleri fark edebiliyordum. Hepsi de öylesine doluydular ki, bunu kalınlıklarından anlayabiliyordum! Ne çok şey biriktirmişlerdi!

Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım. Bir saat kalmıştı otobüsün kalkmasına. Eğer biraz daha oyalanacak olursam taksiyle gitmem gerekecekti. Cebimdeki paraya baktım, taksiye yetecek kadardı ancak. Fakat yolda bir yerde duracak olursak, çorba içecek para kalmıyordu taksiye binecek olursam. Eğer otobüsü kaçırırsam, param yeni bir bilet almaya yetmiyordu.

Hızlı adımlarla çıkmaya başladım Çarşıyı. Belediye otobüsüyle gidecektim garaja.

Tam merdivenleri çıkıyordum ki bir kız gördüm merdivenlerin başında. Korkulukları tutmuş, merdivenin ilk basamağına basmak üzereydi. Attığı ilk adımla beynimde belirli belirsiz şimşekler çaktı, gözlerimin önünden basamaklar gitti geldi. Tanıyordum bu kızı, ama nereden? Duruşu, bakışı, saçları, evet, evet özellikle saçları… Saçları çok tanıdıktı. Dilimin ucuna kadar gelip çıkaramadığım ismin bir harfini hatırlasam, gerisi gelecekti. Kendi adımı unutmuştum bu anda. Aman Allah’ım, neydi bu isim. İlk harfi… Evet, ilk harfi… Giriş kapısının camlarından yansıyan güneş ışıkları… Hah, buldum, Gamze… Güneş ve giriş kelimeleri arka arkaya gelince, üçüncüde yakaladım ismi, Gamze. Gamze’ydi ismi. Gamze’ydi bu. Sınıfın en güzel kızı… Gamze… Saçları kısa ve omuzlarındaydı hâlâ. Bembeyaz yüzü ışıl ışıldı. Beni süzüyordu o insanı deli eden bakışlarıyla. Bense büyük bir utançla gözlerimi kaçırıyordum ondan. Yıllardır beklediğim fırsatı, anlamsız ve sebepsiz şeyler yüzünden kaçırmak üzereydim. Düşecek gibi oldum ki korkuluklara tutundum. Beni hatırlamıştı. Hafifçe gülümsediğini fark ettim. İnanılmaz mutluydum. Dilim tutulmuş, gözlerim perdelenmiş, ayaklarım tutmaz olmuştu. Ne diyeceğimi bilemiyordum. İçim titriyor, sevinmekle üzülmek arasında gidip geliyordum. Durup konuşmak için zamanımın olmadığını bildiğim için ayaklarımı ittirerek çıkıyordum merdivenleri. Basamakları, durarak iniyordu Gamze. Zaman kazanmak istiyordu belli. Hiç bitmesin istiyordum basamaklar. Ne yapmam gerektiğine bir türlü karar veremiyordum. Oysa yüzlerce kez düşlediğim ve gerçek olması için dua ettiğim bir andı şu an. Hayatımda kendime kızdığım en berbat bir zamanı yaşıyordum. İğreniyordum kendimden. Hayal bile edemeyeceğim bir şansın anlamsız bir korku yüzünden tadını çıkaramıyordum. Bilet parası ve yolda aç kalmak korkusu... Gamze ile zaman harcasam otobüsü kaçıracaktım. Otobüsü kaçırırsam, yeni bir bilet alacak param olmayacaktı.

Çarşıdan çıktım, durağa gidecektim ki müthiş bir dürtüyle geri döndüm; merdivenlerin başında durdum, onu aradım. Ayaklarım ve hislerim izin vermemişti gitmeme.

Merdivenlerin başında onu arıyordu gözlerim. Az ötede arkasını dönmüş, merdivenlere bakıyordu Gamze. Döneceğimi biliyormuş gibi bakıyordu hem de. Yüzündeki gülümseme dünyanın en tatlı gülümsemesiydi. Hiçbir güzellik bu kadar mutlu edemezdi beni. Bütün hücrelerim akvaryumdaki balıklar gibi titriyordu. Kıpır kıpırdı içim. Havalara zıplamak, sevildiğimi haykırmak istiyordum. Merdivenleri inmeye ve ona koşmaya cesaret edemiyordum. Anladım ki yeniden doğmam gerekti Gamze’yi sevmek için. Ve bir kuşun kanatları gibi atan yüreğe sahip olmak kadar, Ferhat’ın dağları delen cesur yüreğine de sahip olmak gerekmiş.

Döndüm, çıktım çarşıdan.

Garaja vardığımda otobüs kalkmak üzereydi.

Ruhum, aklım ve duygularım hala çarşıdaydı.

Üçüncü sınıfa geçtiğimizde babasının tayini sebebiyle ayrılmıştı okuldan Gamze. Sınıfa her girişimde oturduğu sıraya boş gözlerle bakardım o gittikten sonra. Hiç kimse oturmadı yerine. Kim oturduysa, hep onu gördüm, onu hayal ettim. Kim oturduysa, dönüp bana bakmasını bekledim.

Kahrolası bir bilet yüzünden konuşamamıştım onunla. Ret edilmenin korkusu bir mızrak gibi oturmuştu içime. Demek ki utancımızı gizlemekten başka bir işe yaramayan duygular birini sevdiğimizde bir orduya başkaldıracak kadar dik, cesur ve gözü kara olmalıydı.

Ondan sonra cebimde hep iki bilet parasıyla gezdim. Fakat Gamze bir daha çıkmadı karşıma.

Cebimde iki bilet parasıyla hâlâ onu arıyorum.

Gamze...