Odun topladığı tepelere bakıyordu. Su taşıdığı sokaklara bakıyordu. iki oğlunu aynı gün gömdüğü mezarlığa bakıyordu. On çocuk emzirdiği eve bakıyordu.

Bir ülkeden bir ülkeye gitmiş gibi olurum.

Hayatın yavaş ve gürültüsüz aktığı bir ülkeden, hızlı ve gergin aktığı bir ülkeye...

...

Sekseni aşmış ninem, “Beni H. Şükrü Efendi Camisine götür,” dedi.

Sırtıma aldım, arabaya bindik, ver elini Urfa.

Köyümüz Urfa yolu üzerinde.

Varınca, “yavaşla,” dedi.

Kenara çekildim.

Köye baktı. Veda bakışlarıydı. Tohum ektiği topraklara bakıyordu. Odun topladığı tepelere bakıyordu. Su taşıdığı sokaklara bakıyordu. Dört ve altı yaşında iki oğlunu aynı gün gömdüğü mezarlığa bakıyordu. On çocuk emzirdiği eve bakıyordu.

Onunla birlikte görüyor, onunla birlikte yaşıyordum.

Dedemin saçından tutup kaçırdığı, fakat korkusundan geri getirdiği kız dışında üzülerek anlattığı tek hatırası yoktu köyde.

“Beceremedi,” der takılırdı dedeme.

“Nırç, nırç,” derdi dedem.

Bir köşede tek başına otururken önlüğünün tersiyle gözyaşlarını siliyorsa, bu gözyaşların arka arkaya toprağa verdiği çocuklarına olduğunu bilirdik.

Ancak hiçbirini hiçbir gün anlatmadı bize.

Köy, hayatının en mutlu, en keyifli, en varlıklı günleri olarak yer etmişti belleğinde. Onu hiçbir şeyin değiştirmesine izin vermedi.

Fırat köprüsünden geçerken beni de hüzün bastı.

Suyu ağırdır Fırat’ın. Durgun akar. Yorgun akar. Derin akar. Türkü çığlığı duyarsınız durup dinlerseniz. Ağır melodiler yankılanır peynir gibi kesilmiş keskin kayalıklardan. Taze gelinlerin veda türküsü dokunur yüreğinize.

Köprüyü geçtik ki ninemin ağladığını gördüm.

Daha da hüzün bastı.

Yutkundum. Ağzım kurudu.

Ne düşündüğünü tahmin ediyordum.

Fırat; coğrafyanın yetim suları. Acı suları. Çığlığı duyulmayan gelinlerin durağı.

Soğuk sularına gömülen hikâyelerde hüzün yatan nehir.

Güneş yanığı yüzlerin kurtuluş destanı.

Urfa’ya yaklaştıkça sıcak arttı, gökyüzü daha berraklaştı.

Bir ülkeden bir ülkeye gelmiş gibi hissederim Urfa’ya gelince.

Hayatın daha hızlı, daha gergin aktığı bir ülke...

Doğrudan camiye gittik.

Sıcaktan kaçanların gölgelere sığındığı saatte, sırtımda ninem, cami kapısından içeriye girdik.

Doğu tarafı küçük bir mezarlığa dönüşen caminin en ihtişamlı taşlarla çevrili mezarı başında sırtımdan indirdim.

Ninem toprağa basar basmaz, sarıldı mezar taşına.

Birikmiş ne kadar gözyaşı varsa akıttı. Tek damla yaş bırakmaya niyeti yoktu.

Lahitte oturmuş öylece seyrediyordum.

Okşayarak sevdiği mezar taşına yüzünü sürerken bakışlarına yansıyan mutluluk beni de sevindiriyordu.

Ruhu arınıyordu.

Teslim olduğu mezar taşına kim bilir kimler sarılmıştı ondan önce.