Sultan Alparslan’ın Anadolu’nun kilidini Malazgirt’te açmasından sonra silahsız gönül erleri bölük bölük girmeye başladılar. Bunlardan biri de İslamiyet öncesinin ulu şamanları Anadolu Abdalları idi. Türklerin İslamiyet dairesine girmesinden sonra ulu şamanlar ellerinde sazıyla Anadolu’yu Türkleştiren gezgin kültür elçileri oldular. İşte bu Anadolu Abdalları, ulu şamanların son temsilcilerinden biri de Neşet Ertaş’tır.
Kimdir Neşat Ertaş?
Millet hafızasında efsane türkülerin yorumcusudur her şeyden önce. “Zahidem” le başlayan efsane “Mühür gözlüm”, “Tane tane benleri var yüzünde”, “Niye çattın kaşlarını”, “Leyla”, “Evvelim sen oldun ahirim sensin”, “Gönül dağı”, “Hata benim”, “Yalan dünya”, “Neredesin sen”, “Zülüf dökülmüş yüze” gibi başyapıtlarını hafızamıza granit harflerle yazdı.
Neşet Ertaş yorumlarında kendine has tavrı ile bir deha, sazında üslup sahibi idi. Daha ezginin başlangıcında “İşte bu Neşat Ertaş sazı” dedirten özgün bir tavrı vardı.
Anadolu Türklüğü’nün tasavvuf kültürüne yaslanan muhteşem yorumları ve saz tavrı ile ortaya muhteşem bir estetik çıkıyordu. Bu toprakların bin yıllık acıları, hasretleri, yiğitliği, dilekleri Neşet Ertaş türkülerinde damıtılıp ruhumuza bir volkan gibi akıyordu.
Neşet, babası Muharrem Ertaş’ın çırağı idi. Muharrem Usta erişilmez bir zirveydi. Neşet Ertaş babası için “O benim ruh ikizim” diyordu. Böyle bir ustanın çırağı olmak büyük bir şerefti. Ama oğul Ertaş daha büyük bir şerefe nail oldu: Yaslandığı geleneği zamanın ilgileriyle zenginleştirip yeni boyutlar kazandırıyor ve Muharrem Usta’yı aşıyordu.
Tarihteki ataları Anadolu’yu uçtan uca fethettikleri gibi Neşet Usta da Anadolu’daki Türk gönülleri ezgileriyle, türküleriyle fethetmişti.
Zeki Müren yetmişli yıllarda Türk müziğinin imparatorudur. Halk konseri için Aydın’a gelir. Kadrosunda Yıldırım Gürses, Ajda Pekkan gibi isimler vardır. Bu muhteşem üçlünün konser salonu bomboştur çünkü aynı caddede kara kuru bir adamın, Neşet Ertaş’ın tek kişilik konseri vardır. Halk içeri girebilmek için birbirini ezmektedir. Bu kara kuru adamın pantolonu kemerinden dışarı taşmakta, pejmürde ceketini çıkarıp sandalyesine asmak için ezik bir edayla halktan izin istemekte, sol eline sazını alıp, sağ elini yere sürüp, oradan kalbine koyup “sizin ayağınızın turabı olurum” gibi sözler sarf etmektedir.
Bu kara kuru adam sazının üstüne yumulduğunda saz saz değildir artık; saz bir devlet olmuştur... Türküsüne başladığında türkü değildir artık; türkü bir millet olmuştur... Salondaki dinleyiciler de Neşet Usta’nın sazı ve türküsüyle bütünleşip tek yürek, tek millet olmuştur...
İşte Neşet Ertaş’ın büyük sırrı.
***
Madalyonun birinci yüzünde ezgiler, türküler, başarılar ve fetihler vardır. Şimdi Neşet Ertaş madalyonunun ikinci yüzünü çevireceğim.
Muharrem Usta yoksul mu yoksuldu. Tek gözlü toprak evinin geçimini temin etmek için düğünlerde çalgı çalar, türkü çığırırdı. Tek başına çalışması yetmeyince köçeklik yaşına geldiğinde diğer oğulları gibi Neşet’in de eline kaşık verip oynatırdı. Düğün evinde bazen eli açık misafirler olurdu. Neşet’in alnına birkaç kağıt para yapıştırıldığında dünyalar Muharrem Usta’nındı artık... “Para basma” denilirdi bu geleneğe. Oğul Neşet alnına para bastırmak için sınırlarını zorlar, bütün hünerlerini sergilerdi.
Düğünsüz geçen günlerde ailecek işsiz kalırlardı. Hanelerine un lazımdı, bulgur lazımdı halbuki. Muharrem Usta oğullarını “deşirmek için” köylere gönderirdi. Ortası delik boyun torbasını küçük Neşet’in boynuna takan ağabeyi ile hane hane gezerek öndeki torbaya un, arkadakine bulgur doldururdu. Boyun torbasının ağırlığı ile küçük Neşet’in bacakları titrerdi ama dayanması lazımdı ve ses etmezdi.
Bir gün ağabeyine şöyle dedi:
“Bugün de ben deşireyim, sen taşı.”
Ağabeyi kabul etti bu teklifi. Ama öğleye kadar gezdiler, torbaya ne bir tas un, ne bir tas bulgur dökemediler.
Küçük Neşet deşiriciliği becerememişti. Mecburen torbayı yeniden boynuna taktı, yeniden gözleri feldirdemeye, bacakları titremeye başladı.
Neşet Ertaş yoksullukla, eziklikle geçen o çocukluk yıllarının etkisini son günlerine kadar hep üstünde taşıdı. “Garip” mahlasını kullanması da belki bu yüzdendi.
Kırşehir’in yerleşik Türkmenleri, abdalları hep aşağıladılar. Gezgin abdallar yerleşik hayata geçtiklerinde bu defa onlar göçebe abdalları aşağıladılar. Anadolu bozkırında bu acımasız döngü asırlar boyu devam etti.
Muharrem Usta oğul Neşet’in ilk göz ağrısı Leyla için çığırdığı türküde şöyle der:
“Alma dedim göçebenin kızını” .
Neşet Usta’nın ruhunu pişiren, olgunlaştıran, gönül telini dokunaklı kılan bu yoksulluklar, bu ezilmeler, bu acılar mıydı acaba?
“Hep sen mi ağladın, hep sen mi yandın?
Ben de gülemedim yalan dünyada.
Ah yalan dünyada, yalan dünyada,
Yalandan yüzüme gülen dünyada”
Diyen Neşet Ustam, Ulu Türkmenim... Gittiğin dünyada gülesin inşallah!