Osmanlı Türkleri 3. 4. sınıf alt tabaka olarak görürdü. Saraya aldığı şairlere kese kese altın verirdi, mal mülk verirdi.
Osmanlı Türkleri 3. 4. sınıf alt tabaka olarak görürdü. Saraya aldığı şairlere kese kese altın verirdi, mal mülk verirdi. Şairler senede üç beş gazel yazar, ekmek elden, su gölden yaşar giderlerdi. Saraya girmenin çok önemli bir şartı vardı ama. Fars ya da Arap değilsen Bakiden, Fuzuliden, Nedimden iyi gazel de yazsan giremezdin. Osmanlıya göre Türkler kaba insanlardı, şiir yazmak ince bir ruh hali gerektirirdi. O ruh haLİ de Türklerde yoktu.
Fatih zamanında Tokatlı bir Türk “Leali” takma adı ile kendini Fars olarak tanıtıp saraya girer. İyi derecede Farsça bildiği için şiirlerini Farsça yazıp kimliğini pekiştirir. Tokat’tan gelen bir Paşa onu tanır: “Ne Leali’si ya, bu bizim Tokatlı Selami, Fars değil Türkoğlu Türk” deyince Tokatlı Selamiye verilen altınlar, mal mülk elinden alınır, tekme tokat dışarı atılır.
Osmanlının “Şiir Fars ya da Arap’ın işi, Türkler şiir yazamaz” anlayışı sadece sarayda kalmaz Anadolu’ya da yayılır. O yüzden bizim Türkler de Seyrani, Sümmani, Divani gibi adlar alarak kendilerini Farslılara benzetmeye başlar. Çünkü Türkler şiir yazamaz, onlarda ince ruh, ince sanat yoktur. Farsça (i) eki Türkçe (lik) eki gibidir.
Karacaoğlan böyle bir özentiye girmez ve kendine “Aşık Karani” demez. ”Ben Türküm” tavrı ile şiirlerinde Karacaoğlanı kullanır. Yunus Emre de öyledir.
Ne zaman sonu Farsça (i) eki ile biten bir şair görsem "Aha bunda da aşağılık duygusu var,, Türklüğünü gizlemeye çalışıyor" diye düşünürüm.