Yazmasak veya şu ya da bu nedenle ara versek..

“-Üstadım niye yazmıyorsun, bizi o güzel yazılarından mahrum etme” diyenin haddi hesabı yok.

“-Yazmaya başladık okuyor musun” diye sorsak, mazeret hazır, hem de katmerlisi.

“- Ah ah, sormayın üstadım..şu günlerde başımı kaşıyacak zamanım yok inan..Öyle bir yoğunluk var ki sormayn gitsin” yalanı hazır.

Adamın yakasına yapışıp;

“-Madem yoğunsun, madem başını kaşıyacak zamanın yok!. Ne diye iki saattir tavla oynuyor, sağa-sola laf yetiştiriyorsun” diyemezsin. Ona vereceği cevapta bellidir zaten.

“-Kafamı dağıtayım dedim be üstadım. Yoksa tavla bizim neyimize, hani ağzımız çay içerken, elimiz boy durmasın” muhabbeti.

“-Madem millet okumuyor, ne diye yoruyorsun elini? Ne diye beynini limon gibi sıkıp yazıya dönüştürüyorsun?” diyeceksiniz, eminim.

Arzedeyim izninizla.

***

Hatırlarsınız; Türkiye’nin radyo yıllarında, uzun ve karanlık kış gecelerimizin vazgeçilmezi idi, Peygamber Kıssaları...

Bazan eskimeyen eski harflerle nohudi kağıda basılmış bir kitaptan dedelerimizin okuduğu.. bazan ninemizin gözyaşlarıyla anlattığı gerçek ya da gerçekten yaşanmış ama gerçeküstü gibi algılanan olayların öykülerinde görürdük hayata dair pek çok şeyi...

Sabretmeyi Eyyup Peygamber’in hayat hikayesinden öğrendik.

Azgınlığa kapılan toplumların nasıl taş kesildiklerine Lut’un kıssasında tanık olduk.

Yusuf’u kuyuya atan kardeşleri, oğlunun yolunu gözlemekten görme yetisini yitiren babaları Yakup bu kıssalarla girdi hayatımıza.

Peygamber kıssalarının figüranları da en az kahramanları kadar önemliydi bizim için.

Her biri ayrı bir yanımızı temsil eder, hir biri farklı bir duygu veya düşünceyi pekiştirirdi yüreğimizde.

Hz. İbrahim’i yakarak cezalandırmak için içkalenin eteklerindeki derin ve geniş vadide yakılan ateşi söndürmeye su taşıyan topal karıncayı bilirsiniz.

Hani bu mübarek hayvanın telaş içinde koştuğunu görünce:

“-Ne bu telaş, nereye koşuyorsun böyle” diye soranlara; narin bedenine ve topal bacağına bakmadan;

“-İbrahim’in atılacağı ateşi söndürmek için su götürüyorum” dediğini duymuşsunuzdur bir yerlerden.

Aldığı alaycı ve incitici cevap da malumunuzdur.

“-Bu topal bacakla mı?.. “

“-Ateşi göremeden yarı yolda ölürsün!..”

“- Görsen bile ağzındaki su buharlaşıp havaya karışır o zamana kadar!..Bilmiyor musun?” Sonrasında geçen konuşmaları bir kere de biz hatırlatalım isterseniz.

“-Biliyorum!..” der Topal Karınca.

“-Eee... Madem biliyorsun, ne diye yoruyorsun kendini böyle?” cevabı karşısında olanca inancı ile diklenir.

“-Safımı belli etmek için yapıyorum yapabileceğim kadarını. Zalim Nemrut’un karşısında mazlum İbrahim’in yanında olduğumu göstermek için düştüm yollara”.

* * *

Bizim de Topal Karınca’dan farkımız yok; farkındayız, biliyoruz.

Gaziantep gibi eğitimde dibe vurmuş birşehirde ve ancak birkaç yüz okuyucusu bulunan bir gazetede yazıyorsak inançlarımızdan ödün vermeden; bu şehri ve bu şehirde yaşayan insanları düzelteceğimizi sandığımızdan değil.

O kadar saf değiliz!..

Şehrimizin sezonluk müslümanlarının karşısına dikiliyorsak; koskoca bakan, vekil ve belediye başkanlarına “bir çift doğru söz” söylüyorsak, malum zevatın düzeleceğine inandığımızdan değil...

O kadar aptal değiliz!..

Tavrımız, duruşumuz; safımızı belli etmek içindir.

Yaşar Duru - Gaziantep Pusula Gazetesi