Urfa’da meskun Nevai Aşiretinden sevilen, sayılan, toprak sahibi ailelerinden Büyükhatipoğullarından Mukim Hacı Abdurrahman Ağa’’nın oğlu ve tek varisi
Ölürem Ben Ölürem (1)
MIKIM TAHİR / TAHİR OTURAN
Tahir Oturan…
Bugün Zonguldak’ın Yenice İlçesi’de; 70 yılı aşkın uzunca birzamanın, mevsimlere gore değişen hava şartlarının, yağmurların, karların, sellerin ve insanların vefasızlık ve ihmalilerinin sonucu viraneye dönen mezarlıkta kaybolup giden bir garip Urfalı…
Tahir Oturan…
Urfa’da meskun Nevai Aşiretine mensup sevilen, sayılan, toprak sahibi ailelerinden biri olan Büyükhatipoğullarından Mukim Hacı Abdurrahman Ağa’’nın oğlu ve tek varisi…
Tahir Oturan…
Çocukluğunda; Suriye, Harran ve Bozova civarında binlerce dönüm tarım arazisi üzerine kurulu 12 köyün, Eski Keriz bahçesi, değirmeni ve merkezdeki sayısız gayrımenkule hükmeden ağa çocuğu…
Tahir Oturan; Urfalı müzikseverlerin deyişiyle Mıkım Tahir...
Merhum eğer 80’li yıllarda yaşamış olsaydı; arabeskte bir Müslüm Gürses, bir Orhan Gencebay ve bir Ferdi Tayfur veya Türk Halk Müziğinde gölgelerine bakıp kendilerini imparator, kral, şah, padişah yahut prens ilan edenlerden hiçbirinin esamesi okunmaz; hatta özgün müzikte ekol oluşturan bir Ahmet Kaya, bir Fatih Kısaparmak, Uğur Işılak ve diğerleri olamazdı piyasada.
Ellisini deviren İbrahim Tatlıses’in çeyrek yüzyıldır sesinin hakkıyla oturduğu zirvedeki saltanatı böylesine uzun sürmez, arabeskin babaları, abileri büyükleri ve küçüklerinin albümleri bu kadar çok satmazdı.
Mukim Tahir, 30’lu 40’lı yıllarda değil de, 1980’ler ve sonrasında yaşayabilmiş olsaydı, onbinleri meydanlara toplar,müzik ziyafetine:
Ayağında kundura
Yar gelir dura dura
Genç ömrümü çürüttüm
Göğsüme vura vura
Diye türküye girer, seyircileri hep bir ağızdan;
Ölürem ben ölürem.
Nere getsey gelirem.
Ben bir garip uşağam.
Alır seni kaçaram
Aranağmesini seslendirirken O, sahnenin önüne gelir, çömelir, elini kulağına atar;
Yaram sızlar
Ok değmiş yaram sızlar
Yaralının halinden
Ne bilsin yarasızlar
Hoyratını patlatır; bu türküyle şöhret kapısını aralayan hemşehrisi İbrahim Tatlıses’in sesini, Fırat’ın ötesinde duyulmadan keserdi.
Televizyon denilen aptal kutusunun renklenip yaygınlaştığı 1990’lara yetişebilmiş olsaydı:
Kırmızı kordelem kör olasın eminem
Bilmem nerelerine indim derelerine
Sırma bıyıklarımı sürem nerelerine
Veya:
Elleri pamuk, gömleği beyaz
Dudağın kiraz, öpeydim biraz
Canım sana kurban Hayrettin abe
Türkülerine birer klip çeker, Ankaralı falanın veya feşmekanın en hareketli misket havalarını kimse dinlemezdi.
Yaşamakta olduğumuz şu günlerde hayatta olsaydı Mukim Tahir, hemşehrisi, Hacı Abdi Efendi’nin:
Hüsnün senin ey dilber-i nadide kamer mi
Hurimisin ey afet-i can yoksa beşer mi
Gördükçe seni tazelenir sanki hayatım.
Sensiz bana bu can-ı cihan zerre değer mi.
Nergizmi acep didelerin, gülmü yanağın
Peymane-i kudret mi lebin şir u şeker mi
Beyitleri ile başlayan muhteşem gazelini, hangi besteci, hem de Araban makamında bestelemeye kalkar; İbrahim Tatlıses, Müslüm Gürses ve Kibariye dışında hangi arabeskçi okumaya cesaret ederdi.
Tahir Oturan veya Mıkım Tahir, iyi ki 80’li yıllara yetişemedi, iyi ki 90’ları yaşamadı, iyi ki 2000’li yılları görmedi.
(Devamı var)