Henüz iki yıllık öğretmendim (iki yılı bile tam doldurmamıştım) Nevşehir'den Maraş'a istek tayini yapmıştım. Kararnamemin çıktığı günlerde mesleğimin ilk hizmet içi eğitim seminerime de gitmiştim: 'Anadolu Öğretmen Liselerinde Türkçe Öğretimi'...
Düziçi Öğretmen Lisesinde idi kurs. Mesleğim adına oldukça verimli geçen kursta, sonrasında tüm öğretmenlik hayatımın ana prensiplerinden olup da ilk sıralarda yerini alan, önemli bir ilkeyi tanıyacak, içselleştirecek, benimseyecek ve 31 yılımın her anında bu ilke için titreyecektim okullarda... - Hâlâ da ilk günkü gibi titriyorum-:
'İyi (gerçek) bir öğretmen sınıfından / okulundan kendisine gözdeler ve kurbanlar seçemez.'
... Evet! Öğretmen olmak kimine göre çok kolaydır, kimine göre çok zor. Biz daima zor olanı seçtik...
Ve en çok da 'öğrencilerimin' -ben ya da bir başkası tarafından- ezilmemesi, kullanılmaması, uyutulmaması, çekiştirilmemesi, örselenmemesi; 'insan' hasletlerini kazandırma, bir bilim dalında yetiştirme yolları dışında (keyfi, şahsi, ideolojik, sabit bir yere meyilli) - gizli / açık- insana yakışmayan yol ve yöntemlerle başkaca şekillere, durumlara sokulmaması için okul toplumlarında mücadele ettim. Hatta bazen 'öğrencim incinmesin diye', o hiçbir vakit tenezzül etmediğim insanı maşa olarak kullanma konumuna düşmesin diye, gördüğüm oyunun mukabelesi için bile oyunun tanığı (bazen de nesnesi yapılan) öğrencimi -sessizce, usul usul ve bittabi oyunun her adımını iyi fark ederek- ben koruma altına alıp oyunu görmezden geldim, seve seve, göğsümü gere gere...
Zira benim için aslolan (eğitimin aslî unsuru) hayata güçlü, asil ve tam donanımlı yetiştirilmesi gerektiğine inandığım, öğrencimdir. (Öğrencim dediysem; otuz yıldır sadece sınıfına girdiklerim de değil, hani: Dört şehirde görevine talip olduğum on dört okulumun tüm öğrencileridir, 'öğrencim' bellediğim...)
Çünkü inanıyorum ki 'insan' olduğunu unutmayan onurlu ve donanımlı bir eğitimcinin aslî misyonu onurlu, başı dik, şahsiyetli 'insan' yetiştirmek ve yetiştirilmesine vesile olmaktır. Ve yine inanıyorum ki çok yakın bir zamanda okullarımızda her geçen gün daha da 'donanımlı ve şahsiyetli insan' yetişecek; 'insan ilişkileri' istenen olumlu ve şahsiyetli kıvama gelecektir. Böylelikle okullarımızın ve dolayısı ile insanımızın kalitesi artacaktır. İnsanımızda bu kapasite, bu misyon vardır ve insanımız / ülkemiz böylesi çıtası yüksek okullara, bu okulların yine aynı kalitede eğitimcilerine layıktır.
Yoksa, sırf 'güç bende' demek, 'bak nasıl da karizmam var' algısı yaratmak, 'basit rantlar' için meslektaşını ve sana emanet edilen genci / çocuğu ezmek, kullanmak, kandırmak, engellemek, akıl sıra devre dışı bırakmak vb. çok kolaydır, çok basittir ve bir o kadar da zavallıca ve gülünçtür. Hele ki 'eğitimciyim' diye geçinen için...
Komedi, ayan beyan görülür... Zira 'insan', 'insan'ı her nerede olursa olsun; yüreğinden görür, tanır... Hatta 'yürekli ve donanımlı insanlar' birbirlerini velveleye vermeden, şık bir onurla hayatın her anında ve yerinde destekler...
Ve çoğu zaman insana karnesini, bırakın ulu orta karşısına dikilen (ya da çıkamayıp da gölgelere saklanan) herhangi bir insancık, 'benim diyebilen' bir başka insan bile değil; bizzat hayatın kendisi verir... Üstelik de tam vaktinde...
Hep söylerim: Zaman, derdin / sorunun /çıbanın ilacı değildir; aksine zaman, en adil öğretmendir...
Biz öğretmenliği, eğitimciliği böyle bildik. Ve bildiğimiz yolda ilerleyeceğiz...
( Bir'ce Seyyah...- Düşünce Günlüğü- )