Aşağıdaki yazım Yeniçağ Gazetesinde yayınlandığı hafta telefonum çaldı. Açtım:
"Buyrun" dedim, "Ben Alper Aksoy. Kimle görüşüyorum."
Ağustos sıcağında kalmış yün yumuşaklığında ve sıcaklığındaki bir sesle:
"Benim Alper Hocam" dedi, "maziden gelen mektuplardan Ünal Osmanağaoğlu."
Mektup gerçeğe dönmüştü, mektup konuşuyordu.
"Vay Ünal gardaşım" dedim ve yutkundum.
"Hocam" dedi, "duygu dolu yazınızı hüzünle okudum. Teşekkür etmek için arıyorum."
"Teşekkür gerek yok Ünal gardaşım. Biz sizlere minnet borçluyuz."
Bugün Ünal'ın hakka yürüdüğü gün.
Ben de böyle yad edeyim dedim.
Alper Aksoy

MAZİDEN GELEN MEKTUP

Meclis tatil öncesi çıkardığı yargı reformu ile otuz yıldır cezaevinde tutulan ülkücü mahkûmların hürriyete kavuşmasına kapı araladı.
***
Haluk Kırcı, Muhsin Kehya, Bünyamin Adanalı, Ünal Osmağanoğlu, Uğur Coşkun, Caner Erdinç, Mahir Kavalcı, İsmail Fuat Tarhan, Ramazan Çepni, Baha Sertkaya, Nuh semiz, Hamza Kaya, Cezayir Baysal...

Hatırlayabildiniz mi bu isimleri?..

Deli bir rüzgar kulaklarımızda uğuldarken yaman bir savaşa durmuştuk. Kızgın şafaklarda can veren binlerin acısı yüreğimize bağdaş kurmuştu. Acının, öfkenin, cinnetin, şiddetin çizgileri alnımıza sıra sıra dizilmişti. Vurmak veya vurulmak kaçamadığımız, kurtulamadığımız bir şeytan ikilemi.. Emperyal güçler bunu istiyordu çünkü. Onlara karşı olmanın da onların yanında olmaktan bir farkı yoktu. Her iki tarafta şeytani bir girdapta irade dışı dönüyordu durmaksızın. Bu girdabı kurgulayan emperyal iradenin keyfi yerindeydi... Her iki taraf ta üçer bin can kaybetmişti.

Ateş düştüğü yeri yaktı.

Yanan her hanenin yakınında bir el uzandı kabzaya. İmkanı varsa o gün, değilse bir sonrası gün... Bu defa karşı tarafın bir hanesine ateş düştü... Zaten hesap da bu idi.. Döngü başlamıştı, girdap kabzaya uzanan her elin iradesini çekip bu döngüye bağladı.

***
Yitik sevdamın bahtsız yiğitleri!..
Biz sizi unutmuştuk bre!..
Biz sadece sizi değil kendimizi de unutmuştuk.
Hani demişti ya Yetik Ozan:

“Alnımı halayda güneş yakmadı
Vurmuş da bahtımın karası gardaş!”

Sizi ezeli ve ebedi bir kinle içeride tutanlara inat, sizi içeride tutan güçlerin korkusuna, size sahip çıkmayanlara inat, size “gardaş” diyorum... Yetmişli yıllar sıcaklığı ve içtenliği ile... Baht karası yanığı ile esmerleşen alınlarınızda kendimi görüyorum, mazimi görüyorum, gençliğimi görüyorum.

Siz dışarıda iken biz, can içre candık, tek bedende. Can özümüzden “gardaş!..” dediğimizde kalbimizin yangısıyla dilimiz tutuşurdu.

Siz içeride iken biz vurgun yedik gardaşlarım!.. Bir uğursuz yel esti bağrımıza, etimiz kuruyup kemiğimize yapıştı.

Biz sizi unutmuştuk bre!..

İsimleriniz bizim için, unutulan mazimizden gelen bir mektuptur.

“Yaşımdan bir çağ yürüdüm
Gece susadı gündüze
Bir kızıl elmaydım, çürüdüm
Halden hale geze geze.”