Daha önce hiçbir yerde karşılaşmadığım bu adam, bunlardan birisiydi işte. Rahat davranışları, kendine yeten dünyası ile bana inanılmaz bir enerji veriyordu.
Bisiklet
Domates kasasından bir sandık yapmıştı kendine. İçine de Hacı (Nuri) lef lef boyası ile cila ve bir adet yumuşak fırça ve kerata koymuştu. Taşımayı kolaylaştırsın diye de sandığın her iki tarafına keçi kılından yapılmış birkaç santim eninde oldukça sert ve sağlam bir kuşağı, çiviyle tutturmuştu.
Sierra marka pilli küçük bir de radyosu vardı. Ne zaman görsem bu radyo yanındaydı.
İlginçtir, bir ayda belki en az üç kez karşılaştık, her seferinde yurttan sesler korosu çalıyordu.
Birde çamurlukları olmayan, boyası yer yer silinmiş, lastikleri kabaklaşmış bir bisiklete biniyordu. Bisikletin hem önünde hem de arkasında eşyalarını koymak için birer tel sepeti vardı. Ön lastiklerinin her iki tarafına üçgen şeklindeki Türk bayraklarından asmıştı birer tane. Bayrağın takılı olduğu tellerin ucunda da kedigözü ışıklar vardı. Akşamları karanlık basınca sahici kedilerin gözleri gibi parlasın diye takmıştı zahir!
Ayakkabı boyacılığı yapıyordu bu adam. İsmini bilmiyordum. Son günlerde sık karşılaşıyorduk. Bazen üniversite civarında, bazen ara mahallelerde, bazen de çarşıda esnafın yoğun olduğu ara sokaklarda görüyordum onu.
Her ne hikmetse bir türlü konuşamamıştım.
Bu yüzden memleketini ve ismini öğrenememiştim.
En son karşılaştığımızda gene uzun bir süre bakıştıktan sonra hiç konuşmadan ayrılmıştık.
Göz göze geldiğimizde sanki önce benim konuşmamı bekliyordu. Ben konuşmayınca o da susarak karşılık veriyordu!
Mutlu, sakin ve rahat birine benziyordu. Telaşesi olmayan, kaygılarını yitirmiş, beklentileri olmayan bir tavır sergiliyordu. Ya da ben öyle anlıyordum. Ama olsun bende böyle bir kanaat uyandırması bana yetiyordu. Her şeye rağmen kıskanıyor, imreniyordum.
Neden daha fazlasına sahip olmak için çaba göstermek yerine, tahta sandıkla boyacılık yapmayı yeterli görüyordu acaba?
Hayatı bu denli anlamsızlaştıran ne vardı da o bunun farkındaydı biz farkında değildik?
Mutlu olabilmenin koşulunu nasıl bu kadar basite indirebilmişti?
Çaresizlik mi onun böyle davranmasına neden oluyordu, yoksa çare aramayı mutsuz olmanın koşulu olarak mı görüyordu?
Adıyaman gibi küçük bir şehirde yaşayanlar birbirlerini mutlaka görür ve tanırlar. Eğer tanışmaz, birbirlerinin isimlerini bilmezlerse de zamanla göz aşinalığı sayesinde mutlaka tanış olurlar.
Oysa ben bu adamı ilk kez görüyordum. Daha önce hiçbir yerde rastlaşmamıştık.
Ancak ilginç olan bu değildi.
Adamın duruşu ve bakışı farklı ve anlamlı geliyordu bana.
Adeta onun bu rahatlığı ile ben de mutlu oluyordum.
Sakindi, rahattı, olumluydu. En ufak bir öfke ve kararsızlık belirtisi yoktu yüzünde. Sizi tanıma ve konuşma ihtiyacı hissetmiyordu. Gelecekle ilgili kaygılar taşımıyordu. Çocukları var mıydı bilmiyorum ama belli ki hiç kimseyle ve hiçbir şeyle ilgili bir hesabı kitabı yoktu.
İlk görüşte bir daha görmemek için dua ettiğiniz birileri olabildiği gibi, tekrar tekrar görmek için fırsat kolladığınız birileri de vardır ya hani, size inanılmaz bir enerji verirler, farkında olmadığınız bir yolla beyninize ve yüreğinize seslenirler, bakışları ile bir şeyler anlatır, her hareketleri, her davranışları ile size adeta bir mesaj iletirler.
Daha önce hiçbir yerde karşılaşmadığım bu adam, bunlardan birisiydi işte. Rahat davranışları, kendine yeten dünyası ile bana inanılmaz bir enerji veriyordu.
Yüz hatları ve mimikleri bizim bu tarafların insanına benzemeyen bu adamla ufkumun değiştiğini hissediyordum.
Onun yerinde olmak istiyordum. Çocukluğumda bile utanarak bindiğim bisiklete atlayıp çarşıya, insanların en kalabalık olduğu yerlere dalmak istiyordum.
Boya sandığını yükleyerek sesimin yettiği kadar bağırmak, “Hey boyacı gel…” diye seslenen birini duyunca, koşarak dizinin dibinde oturup ayakkabılarını boyamak istiyordum.
Domates kasasından bozma sandığı koluma takarak, Züğürt Ağa filminde Şener Şen’in çiğköfteyi sattıktan sonra tepsisinin altına vurarak, ayağında kauçuk terlikle sokakta sekerek yürüdüğü sahneye benzer bir keyifle sokak sokak gezmek istiyordum.
Ancak onun benim yerimde olmasını istemiyordum.
Ondan daha kötü yaşadığım için değil, ondan daha iyi olan yaşantımın onu mutsuz edeceğini düşünüyordum.
Ne kadar da sade ve hoşgörülüydü…
Nasıl böyle gösterişsiz ve kaygısız yaşayabiliyor, kin ve düşmanlık gibi ahlaksızlıklardan kendini arındırabiliyordu.
Gizli bir dünyası, gizemli bir hayatı vardı herkesten farklı olarak.
Kulak ardı ettiği hayatın çirkinliklerinden yunmuş bir bakışla tertemiz bir dünya yaratmıştı kendine. Gösterişsiz, suskun, kirlenmemiş bir dünya. Ölümün gerçekliği üzerine oturmuş bir hayatın tüm sadeliğiyle göz kırpıyordu hayata. Filozofça, ama vaveylasız bir sesle yaşıyordu. Herkesin umursadıkları ile dalga geçiyordu.
Mesela bir çift ayakkabı boyadıktan sonra aldığı bir lirayı, avucunun içinde iyice okşadıktan sonra cebine atıyordu. Şükrediyordu. Dua ediyordu.
Akşamları eve döndüğünde çocuklarına bu parayla aldığı sıcacık ekmeğin kokusu miski amber, tadı cennet hurması gibi lezzetli olmalıydı.
Bir tarafta doyumsuz ve acımasız bir hırsla elde edilen servetin mutsuzluğu, diğer tarafta gösterişsiz bir hayatla kendine yeten mutlu insanlar.
Hayat böyle bir şeydi.
Ne teknoloji, ne zaman, ne de insan aklını zorlayan bilim bu kuralı değiştirebiliyordu.
Bir sandık, iki kutu boya ve paslı demirle iki tekerlekten ibaret bir bisikletin marifeti değildi elbette bu mutluluk.
İki tekerlekle ayakta niçin durduğunun farkında olan insandaydı işin sırrı.