Ayakkabı boyacıları 'Ulu Camii’n avlu duvarı dibindeki kaldırımda otururlardı. Tuvaletin giriş kapısıyla cami giriş kapısı arasında müşteri beklerlerdi .

Ulu Cami tarihi ve mimarisi kadar Adıyaman'ın sosyal kotlarına vurduğu damgayla da anılır ve bilinir.

Ayakkabı boyacılarının ekmeği, emekçilerin (amelelerin) adresiydi.

Şimdi kısa bir yolculuk yapalım isterseniz.

Ayakkabı boyacıları 'Ulu Camii’n avlu duvarı dibindeki kaldırımda otururlardı. Tuvaletin giriş kapısıyla cami giriş kapısı arasında kaldırıma ip gibi dizilir, müşteri beklerlerdi yaz kış.

Kışın soğuk ve yağışlı havalarda pek kimse olmazdı, ancak tuvaletten taraf en baştaki teneke ve muşambadan yaptığı baraka sayesinde kar kış dinlemeyen biri olduğunu hatırlıyorum. Bağcık satar, tamirat yapardı.

Adıyaman tozlu ve çamurluydu. O günkü kadar olmasa da bugün de öyle. Ne çamur ne toz eksildi. Pırıl pırıl kaldırımımız ve sokağımız yok. Kışın çamur, yazın toz... ışıldayan ayakkabılarla gezmek pek mümkün olmaz bu yüzden.

Neyse; mevzu bu değil. Boyacılara dönelim.

Sabahın köründe tezgâhı kurar, müşteri beklerlerdi. Kahvaltı ve öğle yemeklerini burada, oturdukları kürsülerde, çoğu zaman bitişiklerindekilerle birlikte yerlerdi. Hatta müşterilere de ikram ederlerdi de tenezzül etmezlerdi muhteremler. Fırında közlenmiş biber, caminin buz gibi suyundan bir sitil ayran ve iki sıcak ekmek... Ya da on sekiz kiloluk yağ tenekesinin kapağına serilen gazete kâğıdına dizilmiş domates ve şişe saplanmış, elinizi attığınızda kabuğu dökülen iki iri patlıcan...

İkramı kabul etmez, işini yapmalarını beklerdin çoğu zaman.

Paçalarınızı bir güzel katlar, sağ ve sol tarafa iki sert naylon muhafaza sokar, dipten kesilmiş kola şişesinin içindeki sabunu tıraş fırçasıyla iyice köpürtüp ayakkabıları bir güzel temizlerlerdi. Az kuruduktan sonra kimi yerde serili kimi de boya sandığının ceplerindeki boyalardan ayakkabınızın rengini seçer, düzledikleri çay kaşığıyla alır, sürerlerdi ayakkabıya. Ayakkabınızın rengine uygun süngerle iyice yedirirlerdi deriye boyayı. Sürer, sürer, sürerlerdi... İyice yediğinden emin olduktan sonra fırçalamaya başlarlardı. Masaj gibi gelirdi insana. Okşayarak, incitmeden, büyük bir özen ve ustalıkla dolanırlardı ayaklarınızda o kalın, iri parmaklar. Hiç bitmesin isterdiniz. Hamamda göbek taşına uzanmış, vücudunuzda ne kadar kir varsa akıp gidiyor hissine kapılırdınız. Keyifli, havalı elli kuruşluk seans...

Her aşama hafif dokunuşlarla biterdi. Anlardınız ayağınızı değiştirmeniz gerektiğini. Tıp... Diğer ayakta sıra…

İki kat boya, iki kat fırça, bir kat cila ve kadife bezle son işlem...

Biraz daha sert bir ‘tıp’la ise bittiğini anlardınız.

Çoğu tek kelime etmezdi boya bitene kadar. Eğer arkadaş, akraba yahut komşu değilseniz, tek kelime alamazdınız ağızlarından. Sürekli müşterisi olsanız da cılız bir “hoş geldiniz” dışında ses duymazdınız. Sebebini bilmiyorum, ama öyleydi. Ağır abi takılır, sorularınıza cevap vermezlerdi. Pirinç sandıkların ışıltılı görüntüleri sizi kendine çeker, ihtiyacınız olmasa da kürsüye oturup bir güzel boyatmak gelirdi içinizden. Somurtkan, kendini beğenmiş efendice tipler olarak bilirdik hepsini. Yoksul, ama onurlu... Biraz da kibirli... Bilgeliklerini suskunlukla satan...

Nasırlı, yetenekli iri eller...

...

Ulu Camii kapısının öbür tarafında gündelikçiler dizilirdi boy boy. Genç, yaşlı, zayıf, şişman... Duran arabaya hep birlikte, ite kaka koşar, ancak bir ya da ikisi binerdi. İşi erken bitenler karşı kahvelerin birinden çay içtikten sonra tekrardan gelirlerdi. Uyanık, ağzı laf yapanlar her zaman şanslıydı diğerlerinden.

Yolun karşı tarafında namı değer Kirli Derviş, Antep fıstığı, yeni kavrulmuş leblebi ve Urfa isotuyla uğraşırken, kaldırımın bittiği yerde iri kıyım bedeniyle oturan “Papandro” lakaplı sarkık bıyıklı ağabey, yanı başına yığdığı çuvalla maydanozu bileğine geçirdiği para lastikleriyle destelemeye çalışırdı.

Kap Camii önünden Bahçelievler’e doğru giden yolun içinde şehrin en lüks Lokantasının sahibi “Kel Şükrü” emmi, beyaz önlüğüyle tezgâhının arkasında, çocuklarından biri kapıda müşteri çağırır, başındaki tepsiyle simitçi çocuk kalanları satacak müşteri arar, Zeyno fırınındaki kuyruğa takılan demirci çırağı geç kaldığını, ustasından dayak yiyeceğini söyleyerek ekmek ister.

Odunları satan dağlılar parmaklarına geçirdikleri tütün tabakasından iki hareketle sardıkları sigarayı yakarken, ipini çektikleri katır anırarak yolun ortasına pislerdi. Az sonra bir at arabası üzerinden geçerdi katır pisliğinin. Boyacılar işlerini yaparlardı. Boş kaldıklarında, azalan gündelikçilerin boşalttıkları kaldırımlara bakarak buradan gelenlerden hangisinin ayakkabılarını boyatacaklarını geçirirlerdi akıllarından.

Camiden doğuya uzanan yoldan az ilerleyince sağda Paşa Hamamı, yanında Kap Cami, ikisinin arasında fi tarihten kalan camekanlı el arabasıyla Ebzer emmi ve fotoğrafçı dayı. Ebzer emmi, "satmasam da olur," edasıyla sabahın köründen akşam gün batımında kadar arabanın yanında tahta sandalyesinde otururdu. Cami çesmesinden geçtiniz mi marangozlara çıkardınız. Burada Aboş emmi vardı ki bütün delemelerimizi ondan alırdık. Tahta beşikler, ekmek tahtaları, oklava, deleme yapardı Aboş emmi. Sinirli mi sinirliydi. Lafa tutun mu yerdin sopayı.

Ulu Cami

O bu şehrin hikayesi aynı zamanda.