“Her kuşağın kendine göre hayalleri vardır. Uygarlığa gelince: Kimi onun hızlanmasına yardım ettiğine, kimi onun çöküşüne tanık olduğuna inanır. Genellikle gerçek olan bir şey varsa o da: Bizim ona baktığımız acıya göre alevlenir, için için yanar ve söner.”
1913 yılındaki kuşağın çektiği acılar kadar acı çeken bir kuşak olmamıştır Drina Köprüsü’nü yazan İvo Andriç için. “Bu eski köprünün üstünde her şey insana yeni ve heyecanlı bir oyun gibi geliyordu. O köprü ki, haziran ayının mehtaplı gecelerinde tertemiz çizgileriyle, ebediyen genç, ebediyen aynı… kemâle ermiş bir güzellik ve sağlık içinde, zamanın getirebileceği her şeyden sağlam ve insanların düşünüp yapabileceği her şeyden de güçlü, bembeyaz uzanıyordu.”
Osmanlının yaptığı köprünün üzerinde gözleri olan taşlar vardır. Ki onlar üç yüz yıllık o acılı değişimin şahididirler. Balkanları terk edişimizin, dünyanın değişiminin, uygarlık adına ne kan dökücülüklerin…
Bizim de köprümüz var: Demirtepe Köprüsü.
O da nice acıların şahidi.. Aynı zamanda nice heyecanlı oyunlarımızın…
Geçen hafta yitirdik Mehmet Tezel’i. 12 Eylül’ün Mamak zindanlarında aynı koğuştaydık. Akıncıların ilk genel başkanı idi. Kırıkkaleli yiğit bir Türk milliyetçisiydi aynı zamanda. Makine Mühendisiydi. Erbakan’ın meslekî formasyonunun izini sürüyordu. Özeleştiri yapabiliyordu, hasbiydi, inanmış bir aydındı. Kriter dergisinde 12 Eylül sonrasında yazdığım bizim cenahta ilk 12 Eylül romanı olan Kafes’in ilk kritiğini yapmıştı. İçerden çıkarsak birlikte şiir dergisi çıkaracaktık. Çünkü şiirde uzlaşmak daha kolay ve seviye kaldırırdı.
Demirtepe Köprüsünün hemen yanındaki apartmanın bir katında Server Vakfı’nı kurdu. Akıncılar, ülkücüler, yazarlar, meslek sahipleri, öğrenciler yeniden toparlanmak için bir arada idiler. Bağnaz değillerdi. Onlarca seminer verdim orada… Tıpkı çok çok eskiden Ülkü Ocaklarında verdiğimiz gibi…
Çok çok eskiden yani 12 Eylüller rüyamızı karartmadan evvel Ülkü Ocakları da aynı binadaydı. Kocaman şanlı - izzetli bir bozkurtumuz vardı. Işıklıydı. Sekizinci katındaki balkonda ben yine her zaman mustağrip ve şâkî; o yine her zamanki gibi mütevekkil ve kani; olup bitenden rahatsızlığımı anlatmaya çalışıyorum devrin Ocak Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’na… Ne yapsın dinliyor o da… Tam o esnada aşağıdaki caddeden kurşun sıktılar. Başını aniden eğmese gelip alnına çarpacak. Kapının pervazına saplandı kaldı mermi. Aşağıda elinde tabancayı bize doğrultmuş bir adam duruyor. Balkonda bir saksı var, merhum başkan onu hemen kırıp bir parçasını aşağıdaki adamın tam alnının çatına attı. Adam yıkıldı. Biz de o kadar merdiveni asansörü beklemek zaman kaybı olacağından koşarak indik. Tabii Muhsin Bey her katı basamaklara dokunmadan atlayarak…
Bizim köprümüzün Drina Köprüsü kadar macerası yok elbette. Ama ölüm hep yakınımızdaydı.
Hem biz neyiz ki? O köprü koca bir imparatorluğun nasıl çöktüğünün şahidi. Biz hangi değerlerin çöktüğünün farkında bile değiliz ki…
Demirtepe Köprüsü’nün altından Necatibey Caddesi geçer. Orada da 80 sonrası kendi toparlanmamız için kurduğumuz vakıf var. Galip Erdem ve Kemal Zeybek’ten sonra başkanlığını Muhsin Yazıcıoğlu yapmıştı. Biz de emaneti taşıyoruz şimdilik. Demirtepe Köprüsünün üstüne çıkabilmek çok zor.
Ethem Kıskıs da gitti sonsuzluğa geçen hafta…
Demirtepe Köprüsü dili olsa da konuşsa… Ethem Kıskısların yüreğini, cesaretini, diğergamlığını, fedakârlığını anlatsa… muhtemelen erirdi demirleri…
Kızılay’dan Demirtepe Köprüsü’ne doğru yürüyoruz. Gecenin bir vakti. Ertesi gün bütün Ankara’yı felç edecek, hükümetin bizimle masaya oturmak zorunda olacağı bir eylem yapacağız. Yirmi otuz kışı slogan atarak yürüyor, belli ki Devrimci Ankara Sanat Tiyatrosu’ndan çıkmışlar… Ya da DevGenç’ten… Başkan önde yürüyor, ben arkada… Musa’nın asasıyla kalabalığı yarması gibi yarıyor yürüyüşüyle. Demirtepe Köprüsü’ne doğru… Ocağı doğru. “Sarsarak devler geçti bu yollardan, dudaklarında Hun türküleri…” Yakasındaki gümüş bozkurt ayışığında parlıyor. Sloganlar susuyor, denizin yarılması gibi kalabalık yarılıyor ve ortasından geçiyoruz. İki yoldaşın birbirine o derin güven duygusu yüreklerimizi billurlaştırıyor.
Atsız da okunuyor, Attila İlhan da, Arif Nihat Asya da seviliyor Sezai Karakoç da… Nurettin Topçu’yu da anlıyoruz, Cemil Meriç’i de…
Milletin anasına sövenler değil dostumuz, yetim malı yiyenler değil… Sedat Yenigün dostumuz; Mehmet Tezel de, İrşadi Yıldırım da… Süflî bir iktidar paylaşımı için değil ortak platformlarımız, inananların gayesi vuzuha kavuşsun diye…
Ümraniye’de beş işçi sözde halk mahkemesinde yargılanıp kuşuna dizilmiş. Beş inşaat amelesi. Beş emekçi kelimenin tam mânâsıyla. Birlikte kaldıracağız akıncılar ve ülkücüler cenazeyi… Sedat Yenigün ile Cemil Meriç’in evinde tanışmışız. O beni buluyor: “Birlikte kaldıralım!” Elbette! Kimseye sormadan, yukardan bir talimat almadan… Hasbi duygularla…
Sedat Yenigün öldü, öldürüldü. Mehmet Tezel öldü. Ethem Kıskıs öldü… Muhsin Yazıcıoğlu da artık yok…
Hasbî birlikteliklerin yerini süflî birliktelikler aldı.
Korku ve vehim, beka sorunu gölgesine sığındı.
Şimdi reform arıyoruz öyle mi?
O kadar kirlendik ki, o kadar kötülük ettik ki bu ülkeye! Hangi reform ve hangi birliktelik artık masum olabilir ki?..
O köprünün gördüklerini görmeden, şahit oldukları etrafında bir vicdan muhasebesi yapmadan…
Yine de ümit var olmalı değil mi? Kristal kırıldıktan sonra tamiri mümkün mü? Daha dün bir arada olanlar birbirlerini hainlikle suçluyor. Sadece iktidar cephesinde değil, muhalefet cephesinde de…
Ölüm var ölüm!…
Ölüm hiç bu kadar yakın hissettirmemişti insanlığa kendisini..
Öbür tarafa hiçbir şey götüremeyeceğini bilenler yine kul hakkı yemeğe devam ediyorlar. Haddi aşıyorlar, yalan söylüyorlar, emaneti ehline vermiyorlar, Allah ile aldatmaya devam ediyorlar. Yani Fetö metodolojisi pratiğini sürdürüyor.
Ve güzel insanlar beyaz atlara binip gidiyorlar.