Dün İstiklâl Marşımızın kabulünün yıldönümüydü.  

Bir yüz yıl geçti, daha bin yıl geçse de bu marş, İstiklâl Marşımız olarak kalacak. Asla istikbal şarkımız olmayacak… 

Elbette şanına ve muhtevasına yakışır şekilde anmak yanlış değil… 

Ama asla kabul edemeyeceğim bir ifade, İstiklal ile İstikbal gibi hiç de hoşlanmadığım kelimenin yan yana gelmesidir. Sirkatin söylemek gibi bir şey bu… İstikbal möbleyi Ülker biskevit gibi kırtlamaya benzer.  

Evet, Tayyip Beyin hocası doğru demiş: Safahat başucu kitabımızdır. Bu milletin her gelir seviyesinden insanının başucunda Kur’an’ının yanında Safahat bulunurdu. Ama ne olur, rica ediyorum; onu, yastık altı altınlarla karıştırmayalım. Yastık altına koyup uyumak için okunmaz Safahat. Ayağa kalkarak, bilinçle ve zihin süzgecinden geçirilerek okunur.  

Ortaokula ilk başladığım gün rahmetli babamın bana öğüdü şu oldu: “İstiklâl Marşının on kıtasını okumak yetmez, Âkif’in Safahat’ındaki Çanakkale Şehitleri’ne ithaf ettiği bölümü ve Bülbül’ü de mutlaka ezbere okuyabilmelisin evlat!”  

Nazarımda bu üç şiir birbirinin mütemmimi idi artık… 

İstiklâl Marşımız Jurgen Habermas’ın işaret ettiği ‘Stratejik Eylem Kuramı’nın ta kendisidir. Toplumsal mutabakat metni ve yazılması bir türlü becerilemeyen ihtiyaç duyduğumuz anayasanın ruhudur. 

Bu ülke darbelerle anayasa yazma kafa konforuna alışmış olduğundan aslında yitiğini nerede bulacağını bir türlü kestiremiyor. Oysa İstiklal Marşı tam da bu milletin tabiî hukukunun bir tertibi ve özlü çerçevesidir.

Onun yazarı, hayatı ile eserini o denli bütünleştirmiştir ki, hangisinin ötekini geçtiğini hayatının hiçbir devrinde anlayamazsınız. 

“Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz!” mısraı ile milliyet bahsinde nasıl önder olduğumuzu anlatırken aynı zamanda bir bahtı kara doğuluya: 

“İhtiyar amcanı dinler misin, oğlum, Nevruz 

Ne büyük söyle, ne çok söyle; yiğit işde gerek 

Lafı bol, karnı geniş soyları taklid etme; 

Sözü sağlam, özü sağlam adam ol, ırkına çek!” diyerek alt kültür grupları ile üst kimlik bahsinde anayasal bir metin yazmıştır âdeta… 

“Korkma! 

Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz 

Bu yol ki hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz” mısralarındaki biz faktörü işte tam da milliyet ruhunun gür sesi olarak Çanakkale Savaşı demlerinde heyecanımızı cepheye taşıdı. Kurtuluş Savaşında ise bu ruh, İstiklal Marşına yansıdı. 

O biz içinde Hamdullah Suphi vardı ki, Mehmet Âkif’in biziyle ‘hemmizaç’ idi ve böyle bir marşı, kimin yazabileceğini tayin eden bir ‘tefrik etme hazinesi’ne sahipti. 

Bugün bu milliyetin ayakta durma iradesinin olup olmaması işte bu ‘tefrik etme hazinesi’ne el’an sahip olup olmadığı ile ilgilidir. İçimizde Mehmet Âkif olsa onu tefrik edebilecek bir Hamdullah Suphi bulunmakta mıdır acaba? 

Geçmiş zamana nispetle İstiklal Marşı gösterileri, Âkif ismine sarılmalar suistimaller giderek yaygınlaştı. Lakin İstiklâl Marşının ruhunun özümsendiğine dair emareler ne yazık ki pek az.  

Milliyetçilik iddiaları, ucuz İslamcı iddiaları kadar siyasete malzeme olmuş durumda ama milliyet umdelerinin ne idüğüne dair bir bilinçten bahsedebilir miyiz? 

Bugün ne yazık ki ortak değerlerimiz onları suistimal eden siyasi merkezlerce iğdiş edilirken bir kısım aydın geçinen gazeteciler de suçu bu kavramlarda arama gafletine düştüler. 

Oysa ki; 

Milliyetçilik, emperyalizme karşı mücadele vermenin stratejik eylem planıdır. Bu planın öznesi de bu toplumun ‘sosyal psikolojisi’dir. Yani milliyetçilik milliyet değerlerini hayata geçirirken vatan coğrafyasında yaşayan hiçbir unsuru karşısına almaz. 

Milliyetçilik yaşatır; yok edici, bölücü, parçalayıcı değil, birleştiricidir. Milliyetinden ve değerlerinden bihaber bir milliyetçilik iddiasının ardında başka bir gerçek vardır. Acı bir gerçek… 

Milliyetçilik bu toprakların orta değeri, ekonomi-politiği ve sosyal psikolojsi olduğuna göre mülkiyete konu edilemez!. Hiçbir zümre, sınıf, parti ve cemaat doktrini değildir. Milliyetçilik; ‘samimiyet, mes’uliyet, fedakârlık, vefakârlık, merhamet, sadâkat, kanaatkârlık, toprağa bağlılık, hürmet, hikmet, cesaret, digergâmlık ve aşk’ın fikridir. 

Milliyetçilik, alt milliyetçiliklere ortak kültür ve medeniyete katkıları kadar müsamaha gösterir, onların düşmanı olup kendisini alt kültür grubuna indirgemez. Kuşatıcı, kapsayıcı, mümkün olabilen en büyük ve en uygun birliği tesis etme iradesidir. İlkel ve kapalı toplumların küçülten, bölen, nefret ve kin taşıyan korku ve vehim sloganı değil… 

Levent Gültekin gibi düşünen milyonlar var bu ülkede. Milliyetçiliği bütün belaların davetçisi bir ideoloji sayan zihniyetlerle nümayan bu ülkenin siyaset tarihi. Yeryüzünde başka herhangi bir ülke yoktur ki, milliyetinin karşısında vaziyet alsın… Türkiye’de Levent Gültekin yalnız değil ki… ‘İslâm siyaseti’ güttüğünü sanan birçok cemaat, parti, grup ırkçılık ve kavmiyetçiliği milliyetçilikle özellikle karıştırıp İslâm’ın bunu şiddetle yasakladığı görüşünü yıllar boyu paylaşmadılar mı? Böylece bilerek veya bilmeyerek emperyalizmin değirmenine su taşımadılar mı? 

O yüzden zavallı gençleri gazeteci ya da siyasetçi dövdürmek için kullanmayın. Âsım’ın nesli bu değil! Onlara mesela Erol Güngör’ün kitaplarını verin, götürüp ülkenin yazarlarına versinler ve tartışabilsinler. Âkif’in ruhunu muazzep kılmayın; hele hele İstiklâl Marşı’na asla ve kat’a İstikbal Marşı filan demeyin. 

Çarpılırsınız! Buna izin verdiğimiz için biz de çarpılırız!..