Sen, ezel ebed İslâm’ın, bayrağın, vatanın, milletin, Mehmetçiğin, bağımsızlığın, azmin, zaferin ve şehadetin hayat bulduğu bir insanlık abidesisin, Çanakkale…
Sana selam olsun Çanakkale… Sana selam olsun, her gün yeniden yürekten yüreğe akan destan. Sana selam olsun, yüzyıldır akıp gelen ve daha binlerce yıl -her yıl daha da gürleşerek- nehir gibi akacak “Çanakkale Ruhu…”
Sana, şu cennet vatanın her bir köşesinden “bir kız evlat, bir kadın, bir ana yüreği” ile kucak dolusu selam getirdim. Sana, sadece bu cennet vatanım Türkiye’den değil; “vatanı vatan”, “bayrağı bayrak”, “milleti millet”, “ümmeti ümmet”, “dostu dost”, “kardeşi kardeş”, “yüreği yürek”, “insanı insan” yapmak için, “Hakkı hak bilmek için” ya sende omuz omuza çarpışan ya da Allah’ın bahşettiği her gün -hiç bitmeden, hiç tükenmeden, hiç eğilmeden- mücadele eden bütün kardeş yüreklerin; o, asırlar boyunca kanları ve canları pahasına “bir ve tek” olmayı bilmiş, alnı ak, bileği sağlam, yüreği sabır ve sır dolu, hak ve adalet için Hakk yolunda yürüyen yiğit erlerin, yiğit kadınların, derviş gönüllerin diyarlarından; yani Tuna’dan, Balkanlardan, Fırat’tan, Dicle’den, Kafkasya’dan, Karabağ’dan, Yemen’den, Musul’dan, Kerkük’ten, Kıbrıs’tan, Uygur’dan, Şam’dan, Bağdat’tan, Filistin’den; dünyanın dört bir yanındaki gönlü yüce, ağzı dualı, eli kınalı, gözü yaşlı analardan, kızlardan, gelinlerden, bacılardan, kadınlardan selam getirdim. Çünkü bilirim ki; saydığım her bir çileli ve mağrur kadının ecdadı da senin bağrında yatar…
Ben bir anayım. Ve selamımı yüreğini, dileğini benimkisiyle aynı bildiğim; acılarını, neşesini, arzusunu yüreğimin ta derinliklerinde hissettiğim; sabrı ile, vakarı ile, çalışkanlığı ile, duası ile cihana hükmeden; alnı secdeli, ayaklarının altında “cennet” olan, evladının tazecik yüreğine “Ancak ve ancak Allah’a kul olacaksın!” diye nakşeden ve kendi elceğiziyle kınalayıp da “vatan, millet, ümmet savunması, bekâsı için”, huzur ve tevekkül dolu bir gülümseyişe sarmalayıp da gönderen, tüm “yüreği dolu anaların ” adına, kabul et Çanakkale!
Sen ki, Viyana kapılarından Mekke’ye kadar uzanan üç kıtaya hâkim olmuş, cihanın her köşesine İslâm’ı ve insanlığı götürmek; şehadet şerbetini içmek arzusunda yarışan; en sevgilimiz, Sevgili Peygamberimiz, iki cihan serveri Hz. Muhammed’(s.a.v)in gül yüzü ve gül ismini rehber alıp “gül bahçesine girmek ateşiyle yanan”; ol Server’in isminden ilham alarak “Mehmetçik” adını canında ve kanında taşıyan; bu mübarek isimle şu hayatta -hangi cephede, dünyanın hangi beldesinde olursa olsun, ümmet kardeşliği ve insanlık için- cihad eden, can veren kahraman ecdadımın, kahraman evladımın, kahraman kardeşimin, ebediyete “gülerek” kavuşan o ölümsüz insanların sembolleştiği bir davanın adısın.
Sen, ezel ebed İslâm’ın, bayrağın, vatanın, milletin, Mehmetçiğin, bağımsızlığın, azmin, zaferin ve şehadetin hayat bulduğu bir insanlık abidesisin, Çanakkale…
Seninle, ecdadımın her daim “şerefli ve muzaffer oluşu”nun gururunu taşımamın yanında; evladımın da atalarının yolunda yetiştiğinin, onu sana yakışır yetiştirdiğimin haklı onurunu yaşıyorum… O evlat ki, bu milleti, bu ülkeyi payidar kılacak; ezanı şu gökkubbe döndükçe asla susturmayacaktır…
Hiç şüphem yok ki: “Senin ruhun yaşadıkça, biz can bulacağız. Biz nefes aldıkça, sen ebediyete akacaksın.”
Sen ki, bu vatanı kanlarıyla sulayan ecdadımın abideleştiği, yüreğimizin her atışında tazelenen bir duasın… Sen ki, yalnızca bir şehir, bir vadi, bir tepe, bir boğaz, bir harp, bir zafer değilsin. Sen, sen yekpare bir vatansın… Cansın!.. Sen, topyekün “insan-ı kamil”e ulaşma hasreti içinde olan “insanlık”ta, insanlık için özlediğim cihansın… Sen, birlik ve beraberlik ruhusun… Sen, bizi biz yapan, aynı aşkla atan yüreklerin kenetlenip de sonsuza dek “iri ve diri oldukları”nı bütün cihana haykırdıkları ve “senin sırrına eremeyeceklerin, asla anlayamayacakları” birlik, dirlik ve kardeşlik mührüsün… Sen, ezelden ebede yüreklerde çağlayan, benim ve evlatlarımın kanında hür ve mağrur akan kansın… Sen, insanlığa, “insanlık” dersini veren, iki cihanda daima başı dik, kahramanlık ve asalet burcusun. Sen, kuvvetini imanından alan, ancak Allah’a kul olan en âli makama ulaşmış erlerin, annelerin, evlatların iki cihandaki tek nefesi, tek sesisin. Sen, Bosna’da, Somali’de, Hocalı’da, Suriye’de, Kosova’da, Uygur’da, Kerkük’te, Bayırbucak’ta “ağlayan, inleyen çocukların, anaların” derdine merhem olabilecek tek medetsin… Tek çaresin…
Senin sesin yalnızca, Türkiye’mde; her an yeniden tazelenen, yenilenen, dirilen, güçlenen; canım, ruhum, kanım olan Türkiye’mde duyulmaz! Sen, Avrupa’nın ortasında, Baş Çarşıda yavrusu “Allah” dediği için vurulan asla baş eğmeyen annenin ağıtındasın. Senin türkünle, yüreğini yüreğinle anladığım o Boşnak anamın sevgi, vakar ve inanç dolu türküsü aynı… Bilirim. Ben ki, o diyarlardan gelirim… Sen, Uygur Türkü’nün acılı destanında, sen kardeşim Azerbaycan Türkü’nün Hocalısındaki, Karabağındaki yiğit mahnısında; sen, Kerkük’te mağrur horyatta, Musul’da, Şam’da vakur uzun havada, dengbejdesin... Sen Kosova’da da, Filistin’de de söylenirsin, hâlâ aynı heyecanla “Çanakkale Türküsü”… Yürekten duyarım… Sen, senin abideleşen, destanlaşan ruhuna hayran, “Allah” dediği için zulüm gören dünyanın dört bucağındaki mazlumun da sesi, duası, rüyasısın. Görürüm…
Seni, kanımla, canımla, muradımla, rüyamla, ilhamımla, duamla bilirim ben. Bilirim: “Sen, bensin. Ben de sen…” Ahh, senin için:
“Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni…”
Ben, o körpe yaşında senin kucağında şehit olmuş, bir o kadar da şanlı kanıyla destan yazan, bayraklaşan büyük kahramanların, “Mehmetçiklerin” torunu. Ben, şu körpe kuzucukların, gözünü bir an dahi kırpmadan vatan savunmasına akın akın koşan yeni yetme, taptaze, dipdiri, imanlı, bu devrin “Mehmetçiklerinin” annesi. O aslanları, senden aldığım ilhamla, senin ruhunla ben yetiştirdim. Yavruma seni ben anlattım… Ben, vatan, millet ve ümmet uğruna dünya döndükçe, cihan titredikçe şehadete gözünü kırpmadan koşan yiğitlerin annesi. Ben tanımam da, ben bilmem de, kim bilir seni Çanakkale?