Son günlerde ne çok içi tıka basa boş insana şahit olmaya başladık!
İçi tıka basa dolu boşla, asla uğraşmayın zira sizi yormaktan başka işe yaramaz!
Mevlana ile Şems misali susarak konuşmayı bilenle uzun yollar yürürken nice boşluklarınız dolar ve hatta taşar...
Son günlerde ne çok içi tıka basa boş insana şahit olmaya başladık! Halden anlamayan, yüreğinde vicdana dair zerresi olmayan, yüzünden ve gözünden insan nurunu yansıtmayanlar... Eleştiriyi yıkıp dökmek ve hatta yok etmek olarak bilip uygulayan, derin analiz bilgisinden uzak dünyayı bir günlük olarak kavrayan, çözüm sunmak yerine sadece bağırıp çağıran, kriz durumlarında sükunetle su dökmek yerine vicdansızca krizi körükleyen insanlar... Çok fazlalar hem de mide bulandıracak kadar çok!
Son birkaç yıldır altın ve döviz ile başımız dertte. Bunun temelinde yatan dış menşeili oyunları bilmekle birlikte sıkıntılardan yana içimizde de bir şeyler var demek ki çalınan şer mayaları tutuyor bunu da kabul etmek gerekiyor.
Peki ne oluyor? Bir sıkıntı oluyor ve el birliğiyle oturup çözümler üretmek yerine hemen holiganlaşıyoruz! Anında o yana bu yana ayrılıp birbirimize laf yetiştiriyoruz bilip anlamadan. Bunca curcuna içinde biri de çıkıp demiyor ki; bi durun kurban olayım derdimiz isimlerin yanında, arkasında, karşısında durmak değil Hepimizin derdi sağduyulu bir şekilde ülkemiz olmalı ağalar! Misal son günlerde İstanbul Sözleşmesi herkesin diline sakız oldu. İyi de biz bu sözleşmeyi bilmiyoruz ki! Nerede kim uyguladı, yasalarımız bu sözleşmeyi destekledi mi, bize ne kattı, bizden ne aldı, ne istedi? Bilmiyoruz! Sadece arada ülke gündemine temcit pilavı gibi sürülüyor bunu biliyoruz ve bildiğimiz diğer şey ise; kadına ve her türlü şiddete karşı değil İstanbul Sözleşmesi feriştahı kabul edilse bile yasalarımız yetersiz olduğu sürece bir arpa boyu yol alamayız! Kişi vuracak, tehdit edecek, kezzap dökecek, komaya sokacak sonra göz altına alınıp serbest bırakılacak! Ya da öldürecek sonra hakimin inisiyatifi gölgesinde ceza alacak, iyi halden ve pişmanlıktan biraz daha inecek, bir süre sonra açık ceza evine geçip otel konforunda cezasını çekecek, belki bir kaç yıl sonra da af olacak! Anlayacağınız yasalarımız caydırıcı bir hal almadığı sürece havanda su dövüyoruz.
Gelelim altının krizine ve lanetine! Ortadoğu her daim göçler, savaşlar, sürgünler ve işgaller coğrafyası oldu... Neden mi? Çiçekten böcekten meseleler üzerinde ayrışmaların kolaylıkla yaşandığı toprakların kaderi oldu çünkü toprağına ihanet! Kardeş kardeşe kin tutunca, etnik halklar kültürüne sahip çıkmayı faşizan duygularla karıştırınca, Yaradan’ın tek parça halinde gönderdiği dinler insanların kendine göre adlandırdığı isimlerle parça pinçik mezheplere ayrılınca hırsların gölgesinde yitip gitti Ortadoğu... Ve tüm bu acılara dair savaşlar sonrasında yaşanan tüm gidişlerde önemli bir başlık vardı; ALTIN!
Kaçışlarda altınlar öyle enteresan yerlere zula edildi ki belki bir umut bir gün dönüş olur diye. Kimi altınlarını gömdüğü yere türbe süsü verdi kimseler karışmasın diye, kimi evinin altına gömdü, kimi su kuyularının dibine attı, kimi dağda bayırda gömüp sakladı...
Velhasıl ı kelam vatanına sahip çıkmayıp birbiriyle didişen ve açgözlülüğüne yenilenlere hiçbir zaman nasip olmadı istiflediği altınlar! Sonrasında bir şekilde kazılarla bulan definecilere de mutluluk getirmedi o altınlar. Çünkü hırsla ekilen tohumlar ne ekene ne de biçene hayır getirmez!
Evet nasıl ki beşer şaşar ise hepimizin yanlışı ve eksiği var öncelikle bunu kabul etmek zorundayız. Ve sonrasında acil olarak her zerremize saygı aşılamak zorundayız! Saygının olmadığı bir yerde kimse kimseyi dinlemez, anlamaz, desteklemez...
Ve kredi çekip, evini arabasını satıp deliler gibi altın almaya koşanların kendine okkalı bir tokat atma zamanı geldi de geçiyor...