1854’te doğdu. Kazan’a yerleşmiş, büyük arazi ve emlâk sahibi bir asilzade ailesine mensup olan, bu şehrin bir süre belediye başkanlığında bulunmuş Fransız asıllı Kont Lebedev ile evliliğinden dolayı Olga de Lebedev diye anılan Gülnar Hanım’ın asıl adı Olga Sergeevna Lebedeva’dır. Türkçe’deki yayınlarında kullandığı Gülnar takma adının yanı sıra öbür ismi Olga de Lebedef yahut Olga dö Lebedef şekillerinde geçer. Kontes unvanını taşıyan Olga Lebedeva, Türkler’in çok beğendiği kültür ve faziletlerine sevgisi dolayısıyla Gülnar adını benimsemiş, ilk zamanlar Türkiye’de yalnızca bu ad altında tanınmak istemiş, daha sonra okuyucu önüne gerçek adıyla çıktığında da Türkçe eserlerinde Gülnar’ı daima baş adı olarak muhafaza etmiştir. Mektuplarında ve bazı Türk yazarlarının eserleri için kaleme aldığı önsözlerde ise ismini tek başına Gülnar diye göstermiştir. Bu ismi seçişinde, yetiştiği bölgedeki Tatar kadınları arasında yaygın olan Gülbahar, Gülnisâ gibi isimlerden gelme bir tesir sezilir.
Kazan’da Tatarlar’ın çoğunlukta olduğu bir çevre içinde yetişmesi, arazi ve mülklerinde çalışan çok sayıda Tatar ile devamlı münasebet içinde bulunması dolayısıyla erken yaşta Tatarca’yı öğrendiği gibi 1877-1878 Türk-Rus Savaşı’nda esir düşen Türk subayları ile, zaman zaman gittiği ve bazı yazı denemelerini kendilerine gösterdiği Petersburg’daki Türk elçiliği mensuplarından gördüğü yardımlarla Türkiye Türkçesi’ni yazı dili seviyesinde öğrenmeye çalışmıştır. Kazan Üniversitesi’ni bitirmiş olan Gülnar Hanım’ın şarkiyatçı formasyonu kazanmasında Kazanlı âlim ve müellif Kayyûm Nâsırî’nin önemli bir rolü vardır. Onun bu yoldaki kültüründe, Kazan Üniversitesi’ne bağlı Arkeoloji, Tarih ve Etnografya Cemiyeti’ne devamının da ayrıca bir payı bulunmaktadır. Burada tanıştığı âlim ve münevver şahsiyetler arasında tarihçi Şehâbeddîn-i Mercânî’yi özellikle zikretmek gerekir. Ana dili dışında sekiz dokuz yabancı dil öğrenmiş olan Olga de Lebedef, Türk kültürüne ve İslâmî değerlere karşı ilgisinin şevkiyle esasında kendi kendini yetiştirmiş sayılır. Almanca, İngilizce, fevkalâde yazıp konuştuğu Fransızca, bir de İtalyanca ve Rumca yanında Tatarca, Osmanlıca, Farsça ve Arapça’yı bilmesi, kendisine devrinde her şeyden önce bir “polyglot” olma unvanını kazandırır. Onun Sanskritçe’yi dahi öğrendiği kaydedilmektedir. Ayrıca altı çocuk annesi olmak gibi ailevî durumuna mukabil seçkin bir yazar olarak gösterdiği varlık, Batı edebiyatı yanında İslâm edebiyatları alanındaki kültürü, onun kendi kendini yetiştirmekteki kabiliyet ve iradesini ortaya koymaktadır. Üzerinde ilk Rus kadın şarkiyatçısı olmak gibi bir sıfat ve şeref de taşır.
1886’da Kābusnâme’nin Rusça tercümesini yayımlayarak adını şarkiyat âleminde duyurmaya başlayan Gülnar Hanım’ın Türkiye’de tanınması ve şöhret bulması, 1889’da Stockholm’de toplanan VIII. Milletlerarası Müsteşrikler Kongresi’nde Ahmed Midhat Efendi’nin kendisiyle tanışması sayesinde olur. En verimli devresine bu tarihten sonra giren Gülnar Hanım, kongrenin Stockholm’den sonra Norveç’in başşehri Christiana’daki (Oslo) safhasından başlayarak beraberce kararlaştırdıkları üzere Avrupa’nın belli başlı merkezlerini içine alan ve 1 Ekim 1889’da Paris’te ayrılışlarına kadar dört hafta süren seyahat boyunca birlikte gezip dolaştığı Ahmed Midhat Efendi’yle Doğu ve Batı medeniyeti, bu iki âlem arasındaki ahlâk ve kültür farkları, İslâmiyet ile diğer dinlerin karşılaştırılması gibi konular üzerinde görüş alışverişinde bulunur. Türk aydın çevresi, gönlü Türk sevgisiyle dolu bu bilgin kadının varlığını Ahmed Midhat Efendi’nin kongre vesilesiyle kaleme aldığı Avrupa’da Bir Cevelân adlı eserinden öğrenir.
Eser henüz tefrika halinde iken (Tercümân-ı Hakîkat, nr. 3463, 2 Cemâziyelevvel 1307 / 25 Kânunuevvel 1889), çıkan kısmından itibaren Türk okuyucusunun ilk defa tanıştığı Gülnar Hanım, tefrika bir yandan ilerleyip 1890’da ayrıca kitap haline geldiğinde artık bütün siması ile belirir ve az bir zaman içinde ilgi merkezi olur. Birbirlerinden ayrılmalarından bu yana mektuplaşmaları sürdüğü sırada İstanbul’u ziyaret edeceğine dair çıkan haberler dolayısıyla merakla beklenen Gülnar Hanım, tefrika daha devam etmekte iken bütün bir kışı geçirmek üzere 13 Ekim 1890’da Odesa üzerinden İstanbul’a geldi (Tercümân-ı Hakîkat, nr. 3679, 1 Rebîülâhir 1308 / 15 Teşrînievvel 1890). İstanbul’da özellikle Türk aile hayatını ve Türk kadınının yaşayışını yakından tanımak, bunun için seçkin çevrelerle temas kurmak isteyen Gülnar Hanım, gelişinden üç hafta kadar sonra Ahmed Cevdet Paşa’nın ailesini ziyaret etti. Cevdet Paşa’nın, edebiyat ve basın dünyasında esas adını gizli tutarak yeni yeni görünmekte olan kızı Fatma Aliye ile tanıştı. Fransızca olarak yaptıkları bu ilk görüşmede Gülnar Hanım’ın söylediklerini Fatma Aliye babasına naklettiğinde Cevdet Paşa bunları çok dikkate değer bulduğu için kızından bu konuşmayı yazıya dökmesini isteyip Mâbeyn’e arzetti (BA, Yıldız Tasnifi, Ks. 18, Evr. nr. 553/540, Zrf. nr. 93, Kar. 38, 25 Rebîülevvel 1308 [8 Kasım 1890] tarihli arîza). Daha sonra yıllarca bir dostlukla sürecek bu ilk tanışıklığın ardından, Gülnar Hanım’ın kaldığı otelde Cevdet Paşa ailesini kahvaltıya davet etmesi münasebetiyle Cevdet Paşa’nın bunu haber verdiği ve bu hususta hükümdardan gereken müsaade için Mâbeyn’e yazdığı arz tezkiresi de eldedir (BA, Yıldız Tasnifi, Ks. 31, Evr. nr. 27/5, Zrf. nr. 27, Kar. 79).
Gülnar Hanım, bazı hazır tercüme ve yazılarını gelişinin hemen haftasından itibaren Tercümân-ı Hakîkat gazetesiyle, tanındığı takma adı yanında artık Madam Olga de Lebedef adı da yer almış olarak ilkin tefrika, ardından da kitap şeklinde peş peşe ortaya koymaya başladı (hal tercümesi hakkındaki bütün yazılarda bu eserlerden çoğunun daha kendisi gelmeden önce İstanbul’da yayımlanmış olduğunun söylenmesi tamamen yanlıştır; bunların, aşağıda tarafımızdan ayları ve günleriyle tesbit edilen yayın tarihleri bu iddiaların asılsızlığını kesinlikle göstermektedir).
Bir süreden beri Batı medeniyetine yönelmiş komşu milletler oldukları halde Osmanlılar ile Ruslar’ın fikir ve edebiyat alanında birbirlerini tanımamalarını ve bu bakımdan aralarında alışveriş bulunmamasını iki taraf için de mühim bir eksiklik sayan Gülnar Hanım işe Rus edebiyatını tanıtacak eserler vermekle başlamıştı. İstanbul’da geçirdiği yedi ay kadar bir zaman esnasında yoğun bir çalışma içine giren Olga Lebedeva’nın yaptığı iş, Puşkin ve Lermentof tercümeleri yanında küçük bir Puşkin monografisi kaleme almak gibi yalnız Rus edebiyatı ile sınırlı kalmaz, aynı zamanda Batı’da İslâmiyet aleyhindeki yanlış yargı ve zanlara karşı yazılmış reddiye ve müdafaanâmeleri Türk okuyucusuna kazandırmak gayretini de beraberinde taşır. Bu maksatla, Rusya’daki İslâmî otoritelerden Kazan müslüman cemaati müftüsü müderris Atâullah Bâyezidof’un Batı efkârıumumiyesini muhatap tutarak Rusça kaleme almış olduğu iki eserinin de ardı ardına tercümelerini ortaya koyar.
Onun, bir yabancı olduğu halde Türkçe’yi kullanmaktaki mahareti daha başından dikkatleri çekmişti. Basılan ilk üç kitabı ile birlikte daha sonrakine de birer önsöz yazan Ahmed Midhat, ifade bakımından gerekli düzeltmeleri yapması ricasıyla bunların birkaçını daha Stockholm’de bulundukları sırada kendisine verdiğinden bahsettiği Gülnar Hanım’ın Türkçe’sinin üzerinde fazla kalem oynatmaya pek de ihtiyaç göstermediğini belirtir. Eserden esere gittikçe daha açıldığını kaydettiği ifadesinin, kendi okumuş yazmışlarımızda dahi görülebilecek bazı hataları üzerinde yaptığı müdahale ve düzeltmeleri birer rötuş kabilinden sayar. İstanbul’daki ikameti sırasında kendisinden Osmanlıca dersi aldığı, Rusça’dan olan tercümelerinin bazılarında müşterek imzası görünen Tercümân-ı Hakîkat muharriri Ahmed Cevdet’in yaptığı işin, ona yazı dilindeki Arapça ve Farsça unsurlar etrafında şive ve üslûp bakımından bir yardım olduğu bellidir. Hasib Efendi’den Farsça görmüş olması için de aynı şey söylenebilir.
Gülnar Hanım, sırf Türk okuyucusuna hitap eden bu yayım faaliyetini devam ettirirken bir yandan da 1891 Eylülünde Londra’da toplanacak IX. Müsteşrikler Kongresi için geniş bir hazırlık ve çalışma içine girmişti. İslâmiyet ve Türk sosyal hayatıyla ilgili bazı tebliğlerin yanı sıra kongrenin tetkikine sunmak üzere Anthologie orientale adında büyük bir çalışmayı sürdürdüğü de o günlerin havadisleri arasındadır. Belirtildiğine göre, Osmanlı edebiyatından başka eski ve yeni Fars ve Arap edebiyatlarından seçme parçaları bir araya getiren, metinlerin Arap harfleriyle verilmesi yanında Latin harflerine çevrilmiş olarak tercüme ve açıklamalarını da içine alan esere Ahmed Midhat Efendi de katkıları ile yardımcı olmaktaydı. Bütün bu faaliyeti arasında Gülnar Hanım, Fatma Aliye Hanım’ın önce tefrika, sonra kitap olarak yayın sahasına yeni çıkmış Nisvân-ı İslâm adlı eserinin de Paris’te basılmak üzere Fransızca’ya tercümesini hazırlar.
Hakkında basında çıkan haberler ve Türk ailelerinden başka Beyoğlu’nun seçkin çevreleriyle olan temasları vasıtasıyla şöhreti ve etrafındaki alâka gittikçe genişleyen Gülnar Hanım’ın çalışmaları, Türkiye’deki muhabirleri vasıtasıyla Avrupa basınında da akis bulmakta gecikmemişti. Bu cümleden olarak Belçika’da çıkan L’Opinion gazetesinin Türkiye haberleri kısmında kendisinden övgü ile bahsedilirken konuşup yazacak derecede on yabancı dil bilmesi yanında Türkçe’de mükemmel yazılar ve eserler kaleme aldığı, Rus edebiyatını Türkler’e tanıtması kadar Avrupa’nın her tarafında meçhul kalmış Osmanlı edebiyatını da kendi ülkesine tanıtmak gibi bir vazife üstlenmiş olduğu belirtilen Olga de Lebedef’in sahip bulunduğu meziyet ve kabiliyetleriyle hayret verici bir sima olduğu ifade edilir (“Gülnar Hanım ve Opinion Gazetesi’ne Lâzime-i Teşekkür”, Tercümân-ı Hakîkat, nr. 3815, 24 Şâban 1308 / 4 Nisan 1891).
Üzerine topladığı ilgi Batı basınında daha da artan Gülnar Hanım’ın ününün Amerika’ya kadar uzandığı, kendisinden Tercümân-ı Hakîkat vasıtasıyla oradaki bir mecmua için bir yazı istendiği de devrin havadisleri arasında görülmektedir. Fakir çocuklara yardım gayesiyle çıkan bu mecmuaya “Bir Yetimin Şükrânesi” adıyla İngilizce yazdığı makalede, kimsesi olmayan çocuklar Batı âleminde düşkün ve himayesiz kalırken öksüzler ve yetimler hakkında Kur’ân-ı Kerîm’in buyruğunca İslâm’da böyle çocukların nasıl himaye ve şefkat gördüğünü belirtmesi dikkati çeker (Tercümân-ı Hakîkat, nr. 3867, 1 Zilkade 1308 / 7 Haziran 1891).
Gülnar Hanım’ın tatlı Türkçe’siyle kısa bir müddet içinde meydana koyduğu eserler II. Abdülhamid’e takdim edilerek kendisine sultan tarafından ikinci rütbeden Şefkat nişanı verildi.
Ahmed Midhat Efendi ile tanışmadan evvel Gülnar Hanım’ın daha önce 1881’de İstanbul’a gelmiş olduğu ve tanınmış Rus yazarların eserlerinin Türkçe tercümelerini meydana getirmek gayesiyle geniş bir yayın programı gerçekleştirmek istemişse de o vakit sansürün buna müsaade etmemesi yüzünden bu teşebbüsün neticesiz kaldığı yolunda Rus kaynaklarında yer alan bir rivayet vardır. Rus İlimler Akademisi’nin “Yerli Türkologlar” (Otoçestvenniḫ Tyurkologov) adlı biyografi sözlüğünün “Lebedeva” maddesinde de onun o tarihte Puşkin’den yayımlamak istediği tercümelere, siyasî ve dinî Rus düşünceleri bakımından propaganda hizmeti görebileceği şüphesiyle neşir izni verilmediği kaydedilir. Ancak daha sonra Gülnar Hanım’ın, başta Puşkin olmak üzere muhtelif Rus yazarlarından yaptığı tercümelerin gazetede tefrikası yapıldıktan başka ayrıca kitap olarak da basılması, üstelik yayımlanan bu eserleri dolayısıyla kendisinin sultan tarafından madalya ile taltif edilmesi bu rivayeti zayıflatır gibi görünür. Yahut burada, 1877-1878 Türk-Rus Savaşı’nın acılarının çok taze olduğu o devirden bu yana geçen zaman içinde değişen bir tutum bahis konusudur. Bu rivayet ihtiyatla karşılansa da gerçekleştirdiği Puşkin, Lermentof ve Tolstoy tercümeleri üzerinden birkaç sene geçtiği sıralarda onun Tolstoy’a 1 Ağustos 1894 tarihli bir mektubunda İstanbul’daki sansürün müdahalelerinden şikâyet edişi (A. Şişman, Lev Tolstoy i Vostok, Moskva 1960, s. 407) göz ardı edilmemelidir. Gülnar’ın eserlerini gazetesinde yayımlaması, onu kadın olarak yüceltişi ve kendisiyle olan yakın dostluğu sebebiyle Ahmed Midhat Efendi’nin o vakitler Rus casusu diye jurnallenmiş olduğuna dair bilgi de (Ahmed Râsim, Muharrir, Şair, Edib, İstanbul 1924, s. 208-209) bu bakımdan mânalı gözükür.
1891 yılı Mayısı ortalarında ülkemizden ayrılıp Kazan’a dönen Gülnar Hanım beş ay sonra 12 Ekim 1891’de İstanbul’a tekrar geldi. Gelişiyle ilgili haberde, onun sağlık sebebiyle kışları mutedil memleketlerde geçirme ihtiyacında olduğunun özellikle belirtilmesi dikkat çekicidir (Tercümân-ı Hakîkat, nr. 3975, 10 Rebîülevvel 1309 / 14 Teşrînievvel 1891). Altı buçuk ayı bulacak olan bu defaki ikametinde, daha önce başlamış olduğu Puşkin tercümelerine bir yenisini daha ilâve etmekle beraber çalışmalarının ağırlığını hayatta olan bir yazar olarak Tolstoy’un eserlerine verdi.
Osmanlı Türklüğü’nün dil ve edebiyatına, maddî ve mânevî faziletlerine hayran olduğu devrin basınında her fırsatta ifade edilen Gülnar Hanım’dan Türk yayın organları kendilerine yazı “lutfetmesi”ni beklemişler, onu yazar kadroları içinde görmeyi arzulamışlardır. Önceki gelişinde İstanbul’dan ayrıldığı sıralar kendisine, bir nüshasının en başında resmiyle birlikte övücü bir yazı ayıran Servet-i Fünûn mecmuası, onun bu münasebetle Kazan’dan yolladığı “Haziran 1307” (1891) tarihli teşekkür mektubunu koyarken göndereceği yazıları sayfalarında yayımlamanın kendileri için bir şeref olacağını ifade eder (SF, nr. 19, 18 Temmuz 1307, s. 220-221). Gülnar Hanım çeşitli meşgaleleri arasında bu ricayı, Rus edibi Vasili Andreiviç Jukovskiy’den mecmua için yaptığı “Hakikaten İyi ve Mesud Adam Kimdir?” adlı tercümeyle cevaplandırır (SF, nr. 56, 26 Mart 1308, s. 50-52). Sonraki yıllarda da bu ricalardan birine daha muhatap olan Gülnar Hanım, içinde bulunduğu zihnî yorgunluk dolayısıyla bunu karşılayacak durumda olamadığı için özür diler (Hanımlara Mahsus Gazete, nr. 16, 12 Teşrînievvel 1311, s. 3-4). İstanbul’daki yayın hayatının takibini ihmal etmeyen Gülnar Hanım, bu arada Ahmed Hikmet’in (Müftüoğlu) Madame La Baronne Staffe’dan kısmen tercüme, kısmen adapte ettiği Tuvalet ve Letâif-i A‘zâ adlı kitaba (İstanbul 1309, s. 3-7), eserin Türk kadınlarına faydalı olacağı düşüncesiyle bir takriz yazmak gibi cemîlelerden de geri kalmaz.
Gülnar Hanım, bu defaki gelişinde arkasında geniş bir sevgi çemberi, mektuplaşmalarla sürecek dostluklar ve hayranlıklar bırakarak 2 Mayıs 1892’de İstanbul’dan ayrıldı (Tercümân-ı Hakîkat, nr. 4144, 6 Şevval 1309 / 3 Mayıs 1892). Haberde onun on-on beş günlüğüne Paris’e gittiği bildiriliyordu.
Gülnar Hanım’ın hayatında 1890 yılından bu yana akademik faaliyetler gittikçe ön plana geçer. 29 Şubat 1890’da Petersburg’da Şarkiyat Cemiyeti’ni (Obşestva Vostokovedennia) kurmuş, Batı’da Société Russe des Etudes Orientales, bizde de Tedkîkāt-ı Şarkiyye Cemiyeti adıyla tanınan bu kuruluşun fahrî başkanlığına getirilmişti. 1905’te Petersburg’a yerleşen Gülnar’ın burada özellikle Türk dili ve edebiyatı öğretim ve öğrenimi yapılması için teşebbüslerde bulunduğu Avrupa gazetelerinde haber verilir (“Gülnar Hanım”, İkdam, nr. 538, 6 Şâban 1313 / 21 Kânunusâni 1896).
Rus gazetelerindeki bazı haberlere bakılırsa Gülnar Hanım sonraki senelerde de Türkiye’ye birkaç defa daha gelmiştir. 1893 Aralığı başında Türkiye’den dönüşüyle ilgili haberler arasında, kendisiyle Odesa’da yapılmış “Türkler Arasında Bir Rus Kadını” adlı bir de röportaj yer almaktadır. Rus basınında 1895 Kasım’ı sonu ile 1896 Şubat’ı başında da yine onun Türkiye dönüşlerine dair haberler görülür (Novoe Vremya, 18 [30] Oktyabrya 1895; Sankt-Peterburskie Vedomosti, 20 Janeri [1 Febrali] 1896. Bk. Abrar Karımullin, s. 251, 300, not 16). Öte yandan Kononov’un belli bir kaynağa dayanmadan Gülnar Hanım’ın Türkiye’ye ilk gelişini 1881 yılında göstermesine mukabil 22 Kasım (3 Aralık) 1893 tarihli Novoe Vremya gazetesi bunu 1888 olarak kaydetmektedir (a.y., s. 300, not 7).
Rus kaynaklarında 1893’te Tatarca bir gazete çıkarma teşebbüsünden de bahsedilen Gülnar Hanım’ın 1894’te İstanbul’da Rus Edebiyatı adlı çalışması yayımlanır. Hintli Seyyid Emîr Ali’nin Rûh-ı Mezheb-i İslâm-yâhud-Fahr-i Kâinat Efendimizin Zamanı ve Ta‘lîmât-ı Dînî ve Dünyevîsi’ni Rusça’ya çevirmek üzere ele aldığı, Rusya müslümanlarına büyük bir istifade sağlayacak bu eserden başka Tolstoy’dan Efendi ile Uşak’ı da Türkçe’ye tercüme etmekle meşgul bulunduğu, onun faaliyetlerinden 1896 yılı başında basına akseden haberler arasındadır.
Üzerinde ısrarla durduğu haftalık Tatarca gazete çıkarma, Tatar çocukları için modern eğitim veren okul açma teşebbüsleri, Rusya müslümanlarının eğitim seviyesini geri bırakma politikasını güden çarlık idaresi tarafından devamlı engellenmiş, bunda Ortodoks kilisesi ve misyonerlerinin de ayrıca bir tesiri olmuştur. Öte yandan sansür de onun Rusyalı okuyucuya Türk edebiyatını tanıtma yolunda yaptığı tercümelerin yayımlanmasına izin vermemekteydi. Kurucusu olduğu Şarkiyat Cemiyeti ise çarlığın kontrolünde tutulmak istendiğinden önce veliaht Mihail Nikolaeviç’in, sonraları da Çariçe Aleksandra Federovna’nın himayesi altında bulundurulup kendisi sadece fahrî başkan konumunda bırakılmıştı.
Çalışmalarını şarkiyat âlemine duyurmak isteyen Gülnar Hanım sırasıyla 1897 Paris XI., 1899 Roma XII., 1902 Hamburg XIII. ve 1905 Cezayir XIV. milletlerarası müsteşrikler kongrelerine katıldı. Arada Puşkin’in Bahçesaray Çeşmesi adlı ünlü eserinin Türkiye Türkçesi ve Tatarca bir arada tercümesini yayımladığı gibi, Gaspıralı İsmâil Bey’in Kırım’da çıkardığı Tercüman gazetesine de zaman zaman bazı yazılar ve tercümeler verdi.
1890’daki gelişinde Tepebaşı’nda Hôtel de Bellevue, 1891-1892’dekinde Hôtel de Londres’daki dairesinde belirli kabul günleri düzenleyerek devrin edebiyatçıları, İstanbul’un seçkin aile ve münevverleriyle dostluklar kurmuş olan Gülnar Hanım’ın hâtırası kolay kolay unutulmamış, etrafında topladığı ilgi sadece İstanbul’a geldiği vakitlerle sınırlı kalmayıp hakkında zaman zaman çıkan övücü yazı ve haberlerle II. Meşrutiyet yıllarında da devam etmiştir. Kendisi de Türk yaşayışını, aile içi hayatını yakından öğrenmek, kaleminde Türkiye Türkçesi’ni çok daha ileri ve kusursuz bir seviyeye çıkarmak arzusu ile geldiği İstanbul’dan ayrıldıktan sonra bura ile temaslarını ve dostluklarını mektuplaşmalarında sürdürmüştür. Onun, kültür ve zarafetleriyle münevver Türk kadınlığının seçkin birer temsilcisi kabul ettiği edibe ve yazar Fatma Aliye, şair Nigâr Hanım ile yazışmaları özellikle kayda değer. Hayranlarından şair ve edip Mustafa Reşid’in, onun tavsiyesi üzerine meydana getirdiği Muharrerât-ı Nisvân adlı eserini kendisine ithaf için yazdığı övgü dolu önsözünde (İstanbul 1313, s. 3-8), Türk aydın çevresinde Gülnar Hanım’ın nasıl bir iz bıraktığının çok parlak bir ifadesi görülmektedir.
Ahmed Midhat, Batı medeniyetinin yarattığı çeşitli kültür ve sanat müesseselerini birlikte gezerken sahip olduğu yüksek resim ve mûsiki terbiyesiyle de kendisine rehberlik eden, öte yandan onun kendininkilere olduğu kadar kendisinin de onun görüşlerine tesir ettiği ve aralarında büyük bir fikir dostluğu doğan Gülnar Hanım’ın hâtırasını Avrupa’da Bir Cevelân’ı ile “kulûb-i Osmâniyanda ilelebed yaşatmak” istediğini bu eserinde ilân etmişti. Avrupa’da gördüğü insanlar, Stockholm VIII. Müsteşrikler Kongresi’nde karşılaştığı yüzlerce şarkiyatçı içinde en fazla değer verip bir roman kahramanı imişçesine şahsını, onunla kendisi arasında sürüp giden diyalogu sayfalar boyunca anlatarak eserinde baş yere oturttuğu, 600’ü aşkın sayfasının onunla dolu olduğu kitabına nerdeyse “Gülnarnâme” dedirtecek olan Ahmed Midhat’ın kalemiyle tanıtılışından bu yana Türk seçkinleri ve münevverleri Gülnar Hanım’da kadınlığın ilim ve kültürde yükselişinin ileri bir temsilcisini görmüş, onun kendi kadınımız için de bu yolda bir örnek olmasını düşünmüştür.
Şahsına duyulan büyük sevgi ve saygıda onun yüksek kültür seviyesi kadar Türklüğe karşı beslediği samimi duygularla İslâmî değerlere olan sıcak bakışının önemli bir payı vardır. Ana dilinden bile üstün sayılmış mükemmel bir Fransızca’sı olduğu halde Türk dostları ile daima Türkçe konuşmaya ve yazışmaya değer vermek, kendi ev içi hayatında Türk kıyafetiyle olmak, bunu fotoğrafları ile de her fırsatta övünerek belirtmek, çocuklarını da bu şekilde giydirmek gibi Türkler’e yakınlığını ifade eden bir tutum göstermiştir.
Bir devir boyunca ülkemizde kendini tanımış olan yazarların “fâzıla-i müsteşrika Gülnar Hanımefendi”, “müsteşrikīn-i meşhûreden”, “fâzıla-i âlî-nihâd”, “dânişver-i irfân ü kemâl, nihrîre-i bî-hemâl”, “ekmel-i nisvân”, “kalbinde mahabbet-i İslâmiyye ve Osmâniyye câygîr mükemmel kadın”, cehle, zulme karşı mücadelede “zamanımızın fevkalâde muhtaç olduğu kahramanlardan biri”, “Gülnar Hanım nâm-ı ulvîsi”, “Gülnar Hanım nâm-ı mübecceli”, “nezd-i üstâdâneleri” gibi sözlerle yücelttiği Olga de Lebedef’in hayatının 1909’dan sonraki yılları hakkında ulaşılabilen kaynaklar bir şey söylememektedir (TDV İSLAM ANSK.)