"Seyahat et sıhhat bul."

(Hz. Muhammed sav.)

En daraldığımız anlarda güç veren bir güzel özlü deyişle karşımıza çıkar gönül sultanları erenlerimiz. Bizler ölmüş değiliz, tam tersi kınımızdan kurtulduk, her an sizinleyiz, gelirseniz feyzlenir, nasiplenirsiniz derler. Yerimiz belli...

Tabiin en büyüğü, anne sözü dinlemenin peygamber hırkası giydirdiği peygamber dostu Karen'li Üveys, Veysel Karani, Tillo ovasından ilk çağıran olur, o zamanlar bilinemese de yolunun düşmesinin sebebi hikmeti. Yirmi beş yıl sonra öğrenip gözyaşlarına boğulunur, yüreğinde iki rekat namaz kılamamış olmanın yürek yakan mahçubiyeti...

Bir gün; "Sözü söyledim, her kim olsa cemale talip

Canı cana bağlayıp, damarı ekleyip,

Garip, yetim, fakirlerin gönlünû okşayıp

Gönlü kırık olmayan kişilerden kaçtım ben işte!"

diyen Pir-i Türkistan Koca Hoca Ahmed Yesevî olur kırık gönüle dokunan!

Bir gün, “Vuslat kapıdır, Allah’ın lütfu anahtardır, cömertlik merdivendir, ihlas kuvvettir. İhlas sahibi olduğun vakit merdivene çıkarsın, cömert olduğun vakit anahtara ulaşır, Allah’ın izniyle kapıyı açarsın. Tarikat; doğruluk, ihlas, iyi huy ve kerem üzerine kuruludur. Zenginlik ilimle ve süs hilim(yumuşak huy) iledir…”diyen Pir Seyyid Ahmet Er Rufai...

Bir bakarsın; "Kur’an âşıktan maşûka bir mektuptur. Yüce Allâh’ın rızâsını kazanmak ve Hazret-i Mustafâ’ya (sav) tabi olmak, Kur’ân’ın emridir. Kimsenin ayıbını arama! Kendi ayıbını görür ol! Aşıkların sözü, sohbeti hakîkî maşûktan (Hakk’tan) başkası değildir!" diye devam eder Pir Hacı Bektaşi Veli.

Bir gün; Tabduk’un kapısında yatan Bizim Yunus olur, der;

"Cennet cennet dedikleri

Birkaç köşkle birkaç huri

İsteyene ver sen onu

Bana seni gerek seni ";

Bir bakarsın Konya'dan;

"Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir,

Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...

Ben yaşadıkça Kur'an'ın bendesiyim

Ben Hz. Muhammed'in ayağının tozuyum

Biri benden bundan başkasını naklederse

Ondan da bizarım, o sözden de bizarım, şikâyetçiyim!" diye seslenir Mevlâna Celaleddin-i Rumi.

Saymakla bitmez ki Anadolu erenleri...Üstelik her dönem bir yerde ortaya çıkar peygamber varisleri, Allah'ın sevgili dostları, güzel velileri.

Ankara; Gönlünde Türk-İslam Ülküsü olan herkesin kapısının çıkacağı veli olduğu bilgisiyle ürperdiğim ve Türkiye Cumhuriyetimizin manevi mimarı da olduğu bilinen Hacı Bayram-ı Veli'yi, Şeyh İzzettin, Gül Baba, Abdulhakim Arvasi'yi, Dr. Münir Derman'ı, Hacı Ahmet Kayhan'ı, Sabri Tandoğan Babayı, Kar Yağdı Sultan’ı alır kanadının altına.

İstanbul; Eyyûp Sultan'ı, Yuşa peygamberi, onu bulan Yahya Efendi'yi, Aziz Mahmut Hüdayi ve Tokadî'yi. Ya Vedud Sultan gönül sızlatır eşsiz uhrevî kokusuyla. İlk mürşidim, Atatürkçü, Seyyid, Şerif Hacı Galip Hasan, İstanbul’un kuzeyinde tutar tepeleri.

Ve Bursa'dan Emir Sultan çağırır, Manisa'dan Yiğitbaşı Veli Ahmed Şemsettin-i Marmaravî, Saruhan Beyimiz, Şekerci Dedemiz ve Ayn-i Ali. Balkanlardan Sarı Saltuk Dedemiz, Seyyid Muhammed Nur’ul Arabî. Darende'den Somuncu Baba, Kastamonu'dan Şeyh Şaban-ı Veli. Trabzon'dan Haçkalı Baba, Kars'tan Ebul Hasan Harakanî!.. Nasıl unuturum Amasya'dan çağıran Seyyid Nigarî'yi, Sinop'taki başını vermeyen şehit Seyyid Bilal'in hazin hikayesini...

İslam’ın kalesi Erzurum'da çözülür düğüm. Bir tepede Pir Ali Baba, diğerinde Abdurrahman Gazi. Nene Hatun, hala beklemektedir cephesini, elinde mavzeri.

"Hazer kıl kırma kalbin kimsenin cânını incitme

Esîr-i gurbet-i nâlân olan insânı incitme

Tarîk-i aşkda bî-çâre-yi hicrânı incitme

Sabır kıl her belâya hâne-yi Rahmân’ı incitme

Felekde hâsılı insân isen bir cânı incitme

Günahkâr olma "Fahr-i lem-i Zî-şân’ı incitme"

Der Alvarlı Efe'miz. Seyyid Hacı Ahmet Baba’nın, gençlik yıllarında gördüğü bir rüyanın yorumu olarak, atalarının söylemiyle, kökleri sevgili Peygamber Efendi’mizi, dalları ve yaprakları evlatlarını temsil eden ve Türk- İslam Tasavvufunda da el şeklindeki yaprakları nedeniyle el verme olarak bilinen, rüyada gösterilen çınar ağacını Horasan'da bulup, dergahını kurarak yerleşmesiyle, Erzurum'un yüz yıllık manevi mimarı olan Çınar ailesinin bir koca çınarı; Yüce Rab'bimin lütfuyla, Erzurum'lu Nimet Anne’nin istiharesi aracılığıyla buldurulduğum ve en son himmetine nail olduğum veli; Allah'ı hatırlatan gözleri, bakışlarıyla irşad etkili gönül sultanım, Seyyid Hacı Mevlüd Baba’mızla birlikte hazırlar muhteşem finali!..

Pir-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevî

2010 yılında başlayan tasavvuf okuma ve okuduklarımı hayata geçirme öğüdüyle büyük değişim-gelişim sürecinde, yol göstermesi niyazımla dualarıma icabet eden, Rab'bimin karşıma çıkardığı kaynaklardan en önemlisiydi belki de Hoca Ahmet Yesevî.

"Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol sen;

Öyle mazlum yolda kalsa, hemdem ol sen;

Mahşer günü dergâhına mahrem ol sen;

Ben-sen diyen kimselerden geçtim işte."

Rastladığım bu dörtlüğünün daha ilk dizesi ile ruhum, gönlüm, elim- ayağım tutuşmuştu adeta. Nedeni neydi, nasıl bir etkilenmeydi bu başta anlayabilmek imkansızdı. Sözünü ettiği gönlü kırıklardan olmamdı belki sebep. Öyle büyük bir coşku seline kapılmıştım ki!. Büyük bir aşkla bu coşku sağanağının önünde sürüklenirken anlayabildiğim tek şey yolumun onun yolu olduğu idi.

Türkistan'daki dergahında bulunan bir kitabede, neredeyse bin yıl önceden, ocağında yetiştirdiği talebelerinin, Anadolu ve Balkanlar'da nerelere yayılıp dergahlarını kurarak ilim irfan saçacaklarının bir harita üzerinde nokta olarak belli olduğunu okuduğumda da adeta büyülenmiştim. Divanını okudukça artıyordu aşkım ve merakım.

Kimdi, Besmele ile başlayarak hikmet söyleyen, taliplerine inci, cevher saçıp yol gösteren bu yüce Pir-i Türkistan! Ocağında yetişerek yollara düşüp ilk olarak Horasan'a yurt kurmuş, Anadolu ve Balkanlara yayılarak ilim-irfan dergâhlarını açıp, Hakk'tan aldığı güç ile her köşeye uzanıp ışık saçmış, karanlıklarda kör, çöllerde susuz kalmış, daralmış, çorak gönülleri ummana eriştirip, aydınlığa çıkarmış Anadolu'nun manevi mimarları, Horasan erenlerinin, Türk-İslam Tasavvufunun koca hocası imiş meğer o!..

Göğsümü kabartan büyük bir coşku hissiyle adını duyduğum an nabzımın hızlandığı bu koca hocaların hocası, hazreti pire karşı büyük bir sevgi duyduğumu fark ettim ve heyecanla okuyup öğrenmek, yolunu takip etmek diledim.

Geçen bin yıl içerisinde önemini yitirmeyen, öğrenmeye, düstur edinmeye hayatî ihtiyacımız olan ilkelerinin şaşmazlığı, doğmadan yüz yıllar önce, nasibi olan, cennetten gelen hakiki ilmin sembolü hurmayı Cebrail (a.s.) aracılığıyla gönderenin yüce Allah ve hurma ile birlikte Pirin sıkı sıkıya bağlı olduğu peygamberimizin ahlakı, edebi, sünnetinin sembolü hırkasını, göreve talip olan Arslan Baba'ya emanet edenin ise bizzat sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (sav) olmasından ileri geliyordu mutlaka.

Dergahında yetiştirdiği erenlerin, Anadolu ve Balkanlardaki görev yerlerinin, bin yıl önceden kitabe haritada nokta halinde belli olması gibi onun yüce görevi de ezelden, yüce planlayıcı tarafından takdir edilmişti belli ki. Türklere İslam’ı tanıtan ve sevdiren pir, her yüz yılda bir gelen, bir halkası Yunus Emre'miz ve bilinen gelmiş son halkası da büyük önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk olan, mukaddes görevli Türkler zincirinin halkalarından en önemlisiydi muhakkak.

Tarihte büyük başarılara imza atmış, İslam’ın yayılması, temsili ve bekçiliği mukaddes göreviyle, canla-başla, aşkla savaşarak galip geldiği ülkelerin sadece topraklarını değil, İslamın ve Türklüğün esası sevgi, merhamet ve adaletle davranarak insanlarının gönlünü de fethetmiş, kendisine ait, Türkçe gibi musikî güzelliğinde, zengin bir dili, Pir Hoca Ahmed Yesevi'nin önemli sentezi ile özümsediği İslam gibi güzel bir dini, sınırsız zenginliği çeşitliliği, zengin örf ve adetleriyle büyük bir millet iken, sahip olduğumuz bu eşsiz değerleri bırakıp batı kültürü taklitçisi ve İslamın özüyle bağdaşmayan, dört halife dönemindeki tam bir hizmet makamı olan halifeliği saltanata çevirmiş olan Arap sözde müslümanlığı özentisi bir ülke haline gelmiş olmamız ne acı...

Bu gün yaşadığımız acıların, yoksunlukların sebebi de bu muhakkak. Tek çare de bir an önce özümüze dönmemiz. Türk-İslam Tasavvufu kaynaklı ilim-irfan ışığıyla donanıp kendi değerlerimize sahip çıkmamız. Hakkınca anlayarak, örnek alarak izlerinden yürüyebilmekle... İnşallah.

Manevi Ziyaretlerle Seyahat Serüveni

Yer yüzündeki halifeleri olmamız gayesiyle, ruhundan üfleyerek yaratılmış insan olduğum bilinciyle değerimin, çaresizlikte saklı gücümün farkına vardığım, dünyaya geliş amacımı, kendimi arayışımın başlangıcı olan o kutlu 2011 yılında başladı manevi ziyaretlerle erenlerin izinde seyahat serüvenim. İlk ziyaretim, Manisa/ Kula- Emre köyündeki, çocukluğumdan itibaren gönlümde taht kurmuş olan Yunus Emre'mizin, deyişlerinde belirttiği gibi kapısında yattığı Tabduk Emre- Yunus Emre Türbesine oldu. Orada aldım ilk o bir kez duyunca daha vazgeçilmez olan uhrevi kokuyu. Uzaklardan gelen kumru sesleri, türbenin kubbesinde uçuşan kırlangıçların yarattığı gizemle o mekanda ibadete, tefekküre doyamadım hiç. Yunus'un kabri üzerinde bitmiş sarı çiçekler dilsiz dudaksız neler neler söyledi...

Sonraki zamanlarda, alt üst olmuş hayatımda bir türlü teskin olamayan taşmış duygularımla Manisa'da bir gece psikiyatri kliniğinde yaşadığım, Rab'bimden başka kimseye dayanmadan kendimi toparlamam, hayata tutunmam gerektiğini öğreterek hayatımı değiştiren acı tecrübe sonunda karşıma çıkan, Yiğitbaşı Veli Ahmet Şemsettin Marmaravi Hz. oldu ikinci sıradaki ziyaret adresim. Aradığım huzuru, yaralarıma çok iyi gelen, çok ihtiyacım olan şefkati buldum o Spil dağının gölgesinde üzeri çiçeklerle kaplı güzel kabirde, küçüçük yeşil mescitinde. Ne zaman daralsam trene atlayıp ona koştum. Yiğitbaşı Veli'mizi rüyamda da ziyaret edecek, himmetine nail olacak kadar sevdim.

2012 yılında Sabri Tandoğan hocamızın bir videosu vesileliğiyle karşıma çıkan, veliliğinden ziyade insan olarak çok sevdiğim, çocukluk idolüm olan idealist doktorluğuyla gönlümü fetheden Dr. Münir Derman'ın kitapları, bin bir güçlükle yola çıkıp sora sora bulduğum Ankara Memlük köyündeki kabri ve Türk'ün rengi turkuaz mavi perdelerinden süzülen ışıkla, kitaplarında önerdiği gibi koyun postundan seccadesinde ibadete doyulamayan güzel mescitinde ise aradığım dermanı buldum çok şükür. Onu çok sevmek ve kitaplarındaki, ses kayıtlarındaki daha önce hiç duymadığım bilgileri anlayabildiğim kadarıyla hayatıma geçirmek kurtuluş yolumun önemli bir dönemi oldu şükürler olsun.

2012 ekim ayında Amerika'da doktora yapan kızımın ziyaretine gidip otuz beş gün kalmıştım yanında. 2009 yılında başladığım tasavvuf okuma ve ibadetle değişim, gelişim sürecimin imtihanıydı sanki bu ziyaret günleri. Oralarda çevrenin güzelliği, koşulların farklılığıyla bırakabilirdim ibadetlerimi ancak bırakmadım çok şükür. Hiç ezan sesi duyamamak en büyük tuzaktı uzaklaşma adına. Ezan saatlerini internetten bulup, müptelası olduğum sabah ezanını her sabah videolardan dinledim ve seher ibadetlerimi de, diğer vakit namazlarımı da eksiksiz eda ettim çok şükür.

Ayrılacağım son gece Newyork’da bir otel odasındaydık. İki gündür yoğun paket gezi programından namazlarımı kılamadığımdan çok huzursuz olmuştum. Sabaha karşı uyandım ve hemen banyoya gidip abdestimi aldım, kıbleyi bile bilmiyordum, hiç umursamadım. Koltukta oturduğum yerden ağlayarak namazımı kıldım, dua ettim. Sabah bir uyandım ki, harika bir rüya görmüştüm, çok sevinçliydim. Üzerimde toz pembe uzun bir elbise ve başımda da yine toz pembe uzun bir yaşmakla yüce bir dağın yamacında, elimde çeyiz bohçası gibi hediyelerle dağa doğru yürüyordum. Karşıma hiç tanımadığım bir adam çıkıyor; sen ne güzel olmuşsun böyle, nereye gidiyorsun bakayım diyor, ben de Mevlana'mızı ziyarete gidiyorum diyordum.

Uyanır uyanmaz bunun yıllardır istediğim ziyaret için müjde olduğu doğdu gönlüme ancak nasıl, ne zaman gideceğimi, şeb-i arus tarihini bile bilmiyordum o tarihte. Yurdumuza döndüğümde telefonumu açtığım an çalmaya başladı, karşımda Salihli anneler derneği kurucularından olan tur gurubu organizatörü mimar Günseli hanım vardı. On dört aralıkta Konya'ya tur düzenledik, senin için de yer ayırdık diyordu. Müjdeden sonra rezervasyonum da hazırlanmıştı şükürler olsun.

Aradaki zamanda sayısız zorlu imtihanlar, engellere rağmen çok şükür on dört aralıkta Konya yollarındaydık. İnanılmaz güzel bir yolculuk ve iki günlük ziyaret sonrası on beş aralık akşamı dönmemiz gerekiyordu. Bu arada on yedi aralıkta şeb-i arus olduğunu artık öğrenmiştim ve her şeyi göze alıp dönmedim, Konya'da tek başıma kaldım. Derviş evinde misafir oldum, şeb-i arus'u da doya doya yaşadım çok şükür. O muhteşem çağrıyı duyan yetmiş iki milletten ve ülkemizin her köşesinden, köylüsü, kentlisi, zengini, fakiri, kapalısı, açığı her sosyal guruptan insan gelmişti. Çünkü o kimseyi ayırmamıştı, herkesi kucaklamıştı çağrısında.

Konya’da, seyahate çıkmadan hemen önce intisap ettiğim Galibi Dergahı dervişleriyle buluşup, iki otobüs peşpeşe, karlı dağların arasından zikirlerle harika bir yolculukla Antalya’ya, ilk mürşidimi ziyarete gitmek de nasip olmuştu. Dergahta içilen şifa değerinde mercimek çorbası ve ilk mürşidimle karşı karşıya geldiğim anlar doyumsuzdu. Her ilk gelen dervişin gönlünü okuyup, en önemli sorunu neyse oradan konu açarmış meğer hep. Benim de baş örtüsü sorunuma değinmişti gözlerime bakarak o yüzden. Dinimizde de, Türklük geleneklerimizde de yeri vardır, baş örtünüzü ihmal etmeyin evladım dedikten sonra, muzip bir tebessüm ve benim kullandığım kelimelerle yüzüme bakarak sımsıkı kapanmak zorunda da değilsiniz demişti.

Dönüş yolunda yakaza halinde bir rüya görmüştüm. Öğretmenler odasında kurul toplantısı gibi bir meclis toplanmış, tek tek değerlendirme yapılıyordu. Sıra bendeydi ve içeride hakkımda neler söylendiğini bir perde arkasından duyabilmeye çalışıyordum heyecanla. İlk cümle bunu başa döndürelim olmuştu. Baş örtüsü konusunda tatsız bir şey yaşadığım için eyvah imtihanı geçemedim, beni atıyorlar korkusuyla ağlamaya, bir şans daha verilmesi için yalvarmaya başlıyordum içimden ve ikinci cümle gelmişti peşinden. Bunu aktarmada kullanalım, çok iyi aktarıyor idi ikinci cümle. Görevi kaptık, atılmaktan kurtulduk sevincimle uyanmıştım. Bu günlere, bu aktarmalara hazırlanmışım yıllardır okuyarak, türbe türbe gezdirilerek ve yazarak meğerse. Lutfedene sonsuz şükür. Hakkını verebilmeyi de nasip eylesin inşallah.

2013 yılındaki hastalığın ikinci taarruzundan itibaren hem şifa arayışı, hem yine seyr-i süluk gereği arttı seyahatlerim. Tedavi yorgunu halimle ilk umreye,dolunay güzelliğinde bir akşam üzeri ay yüzlü sevgili peygamber efendimize gitmek nasip oldu çok şükür. Elli iki yılın tortusunu bıraktım seller gibi akan gözyaşlarımla güzelim mesciti Nebevi'de. Zor nefes aldığım hasta halime rağmen nasıl da güç vermişti Rab’bim.

Oralarda gördüğüm bazı insanlar da ne kadar farklı gelmişti. Kesinlikle bu zamanın insanları değildi çoğu. Gelmiş geçmiş peygamberler, evliyalar hepsi oradaydı sanki. Öyle güzeldiler... Ay ışığında binlerce müslümanla birlikte namazlar kılmak, imam tarafından okunan doyumsuz üsluplu Fatiha sonrası hepbirlikte arşa yükselir gibi amiiiin demek, neredeyse yirmidört saat kesintisiz ibadet etmek ne doyumsuzdu...

Akabinde gittiğim Kabe'de hissettiklerimi, yaşadıklarımı ifadede kelimeler kifayetsizdi. O tavaf esnasında hep birlikte başımızı Kabe'ye çevirerek selam verdiğimiz yeşil ışıklı çizgide ne vardı ki genç- yaşlı hepimiz hıçkırıklarla gözyaşlarına boğuluyorduk. O sanki Rab'bimiz oradan bize bakarak selamımızı alıyormuş yürek dayanmaz hissini kelimelere dökmek hiç kolay değildi. Anlatılmaz, ancak yaşanır denen aşk bu duygu olmalıydı...

2014 yılında Erenlerin izinde seyahatlerim Balkan ülkelerine uzandı. Sarı Saltuk Dedemizin doyumsuz mekanı, Alperenler Tekkesinde ömrümce aradığım evimi bulmuş hissini yaşadım. Şehit yatağı, su cenneti Bosna'da yaşananlar, katliam zamanlarına ait videoda, tünellerle Türkiye'den yardım malzeme taşıyanların başında olarak şehit liderimiz Muhsin Yazıcıoğlu'nu gördüğümüz anlarda kalbim kafesine sığmakta ciddi zorlanıyordu. Fatih Sultan Han'ımızın fethettiği şehirlerde ilk iş olarak, kılıcıyla namaz kıldığı camilerde kılınan namazlar her derde deva niteliğindeydi. Artık manevi ziyaretler, seyahatler vazgeçilmezim olmuştu.

Balkan ülkelerine yaptığımız gezimizdeki, sekiz kişilik özel seçilmişçesine çok güzel insanlardan oluşmuş gurubumuzla altı günde beş ülke görerek yaşadığımız güzellikler rüya gibiydi. Gözyaşlarına boğulduğumuz acı soykırım hikayeleri, ürperten, eşsiz güzellikteki şehitlikleri ve su cenneti diye adlandırdığım şelaleriyle Bosna Hersek cennetten bir parçaydı özellikle.

Hele Blagay’daki Alperenler Tekkesi, Hacı Bekdaşi Veli müridlerinden ve Battal Gazi’nin torunu Sarı Saltuk dedemizin türbesi sanki ömrümce aradığım evimi bulmuş hissi yaşattı. Kayalıklara yaslanmış iki katlı ahşap konağı görür görmez ağlamaya başladım. Merdivenleri koşarak çıktım. Yıllardır hasret olduğum evimi bulmuşçasına odalara koşuyordum.

Tam Rumeli kültürüyle döşenmişti konak. Dantelli el örgüsü perdeler, sedirler çocukluğumdan, Zehra ninemin ve kendi evimizden çok tanıdıktı. Odanın ortasında halka olarak yere oturduk. Kayalıkların altından çıkan suyun ve türbenin etrafında uçuşan kırlangıçların sesi duyuluyordu sadece. “La ilahe illallah!” ile zikre başladık. Suyun, kırlangıçların ve bizim sesimiz bütünleşiyordu sanki. Doyumsuz anlardı.

Zikir sonrası aşağıya indiğimizde, bizden önce inen avukat Nermin hanım kayalıkların altından çıkan, kaynağı bilinemediği söylenen sudan tas tas içiyor, hatta üzerine döküyordu. Bir hoş hal gelmişti üzerine, başka bir alemde gibiydi. Sorularımızı bile duymuyordu.

Merakla biz de içmeye başladık ve hepimiz aynı hale geldik. İlahi bir neş'e duyuyor, sebepsiz gülüyorduk. Hiç ayrılmak istemedim ancak mecburduk. Hatıra olarak aldığım tekkenin çerçeveli resmiyle avunuyorum hala. Mutfağımda en çok görebileceğim duvarımda asılı. Dileğim tekrar gidebilmek ve bu kez o mekanda ibadet ve tefekkürle bir hafta yaşayabilmek. İnşallah.

Ebul Hasan Harakani Sempozyumu için gittiğim Kars’a da hayran oldum. Özelikle türbe ve Ulu caminin olduğu, Kars kalesinin de göründüğü bölge özel korunmuştu sanki. Başka bir alemdi orası. Aslanlı yolu farklı bir devirde yaşanıyor hissi veriyordu. Gökyüzü de başka güzeldi sanki orada. Elini uzatsan dokunabilecekmişsin kadar yakındı. Gözlerim hep gökyüzündeydi. Dayanamayıp sormuştum. Rakım yüksekliğindenmiş. Güzel yurdumuzun yaylasıymış meğer Kars. Güzel ülkemizin her köşesi ayrı güzeldi...

Gezdiğim tüm şehirlerimizde manevi mimarların türbelerini ziyaret yanında, uhrevi kokuları ile manevi mekanlara, özellikle ulu camilere bayıldım. Osmanlı mimari özellikleri ve yüzlerce yıllık çınar ağaçları ile İstanbul, Bursa ve Manisa ne çok benziyordu birbirine. Konya ise Selçuklu mimarisiyle fark gösteriyordu. Önceki yıllarda yorulduğumda dinlenmek üzere bir çay evi, pastahane ararken artık camilerin serin, doyumsuz huzurlu mekanlarında dinleniyordum. Hiç planlamadığım halde ziyaret nasip olan mübareklerin Pir Hoca Ahmed Yesevi yolundan Horasan erenleri, seyyidler ve alperenlerin olması çok manidardı...

"Edeple Gelen Lütufla Gider"

Gün ışıdı, gün doğumunda doğuya doğru yolculuk on dördüncü saatte bile doyumsuz. Ağıtvari yanık bir doğu Anadolu türküsü çalıyor otobüsün radyosunda. Dağlar daha önce görmediğim türden, çıplak, acılı, gizemli… Çocukluğumun vazgeçilmezlerinden olan eski köy konulu Türk filmlerinden birinin içinde gibi hissediyorum. Elli beş yıllık çileli, yorucu ancak bir o kadar da güzel ömrümün güzel hatıralarına, 2017 yılı manevi seyahat serüvenimle yenileri ekleniyor çok şükür. Aksaray'dan binen öğretmen yol arkadaşım ne için gittiğimi öğrendiğinde epey şaşırdı. Evlatlarımı görmeye, torun bakmaya gittiğimi düşünmüş olmalı yaşım icabı. Sadece manevi ziyaret için mi diyerek şaşkınlığını bildirmeden edemedi. Hayatta önceliklerimiz ne kadar da farklı olabiliyor. Geç olmadan idrakini ve telafisini lutfedene sonsuz şükür.

Malatya’yı görebilmek, Hacı Ahmet Kayhan Dedenin kardeşi Ömer Dedeyi ziyaret edebilmek, elini öpebilmek de nasip oldu çok şükür. Telefon görüşmelerimizde o samimi sesi, güzelim doğulu üslubu ile Sen bu taraflara gelmeyi düşünüyor musun deyişi öyle içtendi ki onca yolu göze alarak gelmemek mümkün değildi. Hava yolu yerine on yedi saatlik otobüs yolculuğunu tercih edişim de her karışını görebilmek için yanıp tutuştuğum memleketime olan aşkımdan olmalıydı.

Her karışı evliya yatağı olan, türkülerden adını bildiğim Harput nede gizemliydi. Hele Darende, Somuncu baba! O doyumsuz mekan Bosna Hersek Blagay’daki Sarı Saltuk dedenin mekanı Alperenler tekkesi ile birebir aynıydı sanki. Orada okunan Kur’an’ın su sesiyle ahengi bir başkaydı. Kırk derecenin çok üzerinde, öğlenin deli temmuz sıcağında Somuncu Baba külliyesine yürürken çoğu insanın evinin balkonuna çıkmaya erindiği bu korkunç sıcakta kan ter içinde, içimiz kavrularak ancak tarifi imkansız bir mutlulukla birlikte yürüdüğümüz; Hem yirmi yıldır hasta eşine bakan, hem de zor nefes aldığı hasta haliyle hala geçimini alın teri ile ayakkabı tamircisi olarak kazanan, rüyalarla buluşturulduğumuz yol arkadaşlarımdan can Hülya'cığımın babası Cebrail amca gibi ben de daha sık gelmek isterim bu maneviyat şöleni topraklara. İnşallah.

Otobüs bileti bulamadığım için Darende'de kalmamın sebebi hikmeti de ziyaret etmem gereken Seyyid Hasan Gazi idi belki de. Kaybettiğim yakın gözlüğümün yenisini almak üzere öğretmen evinden çıktım. Epey yürüme sonrası bulduğum gözlükçünün önündeki tabela Seyyid Hasan Gazi türbesinin yönünü gösteriyordu. Çağrılan taksi ile türbenin olduğu tepeye gitmek farzdı sanki. Gün batımına yakın gökyüzünün de muhteşemliğiyle yaşadığım anlar, onca yorgunluk sonrası her türlü riski göze alıp gelmeye değerdi.

Dönüşte birazcık kaybolarak, Darende tepelerinde kayısı bahçeli eski evleri seyrederek, güzelim mert Doğu Anadolu insanlarımızı gözlemleyerek, selamlaşarak epey yürümek zorunda kalsam ve önüme çıkan eski, küçük bir camide akşam namazını kıldığımdan hava iyice kararsa da hiç korkmadım. Öğretmen evine sağ salim ulaşacağımdan öyle emindim ki. Nitekim öyle de oldu. Yol sorduğum güzel genç aile arabalarıyla öğretmen evine kadar getirdiler yine kısa tanışma faslı sonrası edilen güzel bir sohbet eşliğinde. Yolumuzu asan, yoldaşlarımızı güzel eyleyene sonsuz şükür. Daim de eylesin inşallah.

Kalbimin yarısını Darende’de, Somuncu Baba'da bırakarak Hacı Bektaş için yola çıktım. Doğu Anadolu’dan iç Anadolu’ya geçişi yine otobüsle tercih etmiştim. Bu yolculuk çok uzun zamandır hayalimdi. Otobüsten seyrettiğim bakir doğa gerçekten doyumsuzdu. Sararmış ekin tarlaları, yol kenarlarındaki haşhaş çiçeklerine benzer mor çiçekler, koyun sürüleri ve güzel yurdumuzun nazlı nazlı akan güzel dereleri, her şey her şey tam hasretini çektiğim güzellikteydi. Özellikle Kayseri’ye, Erciyes dağına yaklaştığımda iyice arttı çiçekler. O yaz sıcağında tüm ülke kavrulurken, tek yeşil ot kalmamışken Erciyes’in karı bölgeyi serinletiyor, çiçekleri canlı tutuyor olmalıydı. Erciyes’in başı karlı güzelliği de ne muhteşemdi. Dağları, ovaları ile her köşesi ayrı güzel memleketimizi bize lutfedene ne kadar şükretsek azdı.

Bir haftalık manevi ziyaret seyahatimin Nevşehir Hacı Bektaş, Hünkar Hacı Bektaşi Veli gününde çetin bir imtihandan geçerek gözyaşları içinde ziyaretimi yaptım. Dışarı çıktığımda mutlaka yemem söylenen orta avludaki dut ağacından yaprak düşürmeye çalıştım. Dut ağacının yarısının kurumuş olmasına çok üzüldüm. Bana bir parça yaprak ve bir yarı ham dut verdi Hünkar şükürler olsun. Daha yarı hamsın dedi sanki bu vesile ile. Dersimi, öğüdümü aldım çok şükür.

Orada geçirdiğim çetin imtihan nedeniyle yaşadıklarımı yazmaya bile korktum. O bir günde yaşatılanların bir haftalık seyahatin sonunda almam gereken dersler olduğunu anladım çok şükür. Provakatör olduklarını sonradan öğrendiğim kalabalık gurubun avludaki gösterilerini izlerken akşam namazı vakti girdiği halde ezanın okunmadığını farkederek dehşete kapıldım. Caminin dibindeydik, duymamış olmam mümkün değildi. Ezan niçin okunmazdı ki!

Dergahın avlusundan çıkıp camiye gitmek istedim ancak gurubun kapıdaki görevlilerinin çıkamazsınız anlamsız tepkisiyle iyice gerildim. Sert bir diyalog sonrası çıkmayı başardım ve camiye koştum. Kapıyı açıp girdiğimde genç imam ve yanındaki üç genç adamı fısıltı halinde konuşur buldum. Ezan okundu mu, niçin duyamadım, benim ülkemde ezanları kim susturdu hiddetli soruma, sessiz ol abla, gel biz de onu konuşuyoruz cevabı verdiler.

Meğer gurup törenlerinin bölünmemesi gerekçesiyle akşam ezanının okunmaması için talepte bulunup izin almış müftülükten. Sivas'da madımak olaylarının yıl dönümü sebebiyle olaylar çıkarıp, buraya da ortalığı karıştırma gayesiyle gelmiş profesyonel provakatör oldukları tespitli olan kalabalık gurubun amacına ulaşamaması adına izin verildiği açıklaması titreyen yüreğimi sakinleştiremedi.

Genç imam ve diğer genç adamlarla konuştuğumuz o anlarda sanki ülkemiz işgal altındaymış, ezanlar susmuş ve biz camiye sığınmış neler yapabileceğimizi konuşuyormuşuz hissini, ne büyük bir acı, zamanında tedbir almadığımız için ne büyük pişmanlık içinde kavrulacağımı adeta gerçek gibi yaşadım. İmam ve üç genç adamla birlikte tek kadın olarak kıldığım o akşam namazı ve sonrasındaki gözyaşları içindeki duamda güzel ülkemizin selametini, devletimizin bekasına kasteden düşmanlara karşı birlik içinde muvaffakiyeti, bu uğurda hizmeti diledim yüce Rab'bimden...

Bir haftalık doyumsuz seyahatimin son gününü ayırdığım, muhteşem bir final yaşadığım şehir, evliya yatağı güzel yurdumuzun merkezi, kalbi, gönül sultanlarımızın otağı, Atatürk'ümüzün ebedi istirahatgahı güzel Ankara oldu.Yıl 1977 de idi sana ilk gelişim. Sen kurtuluşun, umudun, ilk gençliğimin şehri oldun hep benim için. Kırk yıl geçmiş aradan. Sen de çok değiştin, ben de. Sakın üzülme, artık büyüdüm, kendimi buldum Rab'bimin lütfuyla çok şükür. O saatlerce yağmur altında ağlayarak yürüyen örselenmiş küçük kız değilim. Seni çok seviyorum! Selam güzel Ankara diyerek selamladım onu.

Hacı Bayram-ı Veli’ nin, nazlı nazlı dalgalanan ay yıldızlı al bayrağımızla süslü o muhteşem Ankara kalesi manzaralı, doyumsuz uhrevi kokulu mekanındaydım. Yıllardır ayrı kalmış altı kardeş coşkusuyla toplandık sözleştiğimiz, görüşmeye gelen kardeşlerimle. Ziyaret, dualar, öğle namazı ve güzel muhabbet sonrası Hacı Bayram-ı Veli’mize hocası Somuncu Babanın selamını ilettikten sonra bir diğer hocası olan Şeyh İzzettin türbesine gittik. Aynı güzel koku orada da genzimize doldu, gönlümüzü coşturdu.

Avluda fotoğraflar çekilip tam ayrılacakken duvarın kenarında durmuş bizi izleyen orta yaşlı, temiz yüzlü bir adam olan türbedarı gördüm. Yemek yediğim lokantalardaki garsonlar, aşçılar, kaldığım öğretmen evlerindeki personel gibi hizmetinden faydalandığım insanlara esirgememeye özen gösterdiğim teşekkürümü, iltifatımı ona da sunmak istedim ve yerine getirdim. Gül Babayı ziyaret etmek üzere ayrıldık.

Demir parmaklıklarla çevrili kabrinde dualarımızı ettikten sonra aynı türbedarı eli ayağına dolaşmış bir heyecan, telaş içinde yanımızda buldum. Elinde anahtarlarla, demir parmaklıkları açmaya çalışıyor, içeriye girmemi teklif ediyordu. Zahmet etmeyin zaten görünüyor desem de türbedar herkese açılmaz bu kapı diyerek vazgeçmedi, heyecanını bastıramayıp, ben on yıldır buradayım, böyle şey görmedim, size kapıyı açmam için yukarıdan gönderildim dedi sonra da. Duyduğumuz cümle ile tuhaf bir hale kapıldık. Hepimiz çok duygulandık. Garip bir ürperme sardı bütün vücudumu.

Gül Baba bizim ellerimizi tutmak istemişse biz de memnuniyetle dokunuruz elbette diyerek içeri girdim, kabrin taşını sıvazladım. Teşekkür ettim. Türbedar hala çok heyecanlıydı ve aniden Gül Babanın kabri üzerindeki çok güzel bir gonca gülü koparıp vermek üzere hamle yaptı. Sakın diyerek engel oldum, yine ısrarla herkese vermezler hanımefendi dese de almış kabul ediyorum diyerek o güzelim gonca gülü koparmasına izin vermedim.

Anlattığımda keşke alsaydın diyenlere cevabım, gülleri ne çok seviyor olmalı ki adına Gül Baba denmiş, ben onun gülüne nasıl kıyardım oldu. Gerçek gül aşıkları tutkulu gül severler gibi hoyratça koparıp soldurmaz gülleri, Yaradan’ın güzelliği bilinciyle sadece hayran hayran seyreder, dokunmaya kıyamadan sever çünkü. İnşallah doğru davrandığımı düşünüyorum bu yüzden.

Ömrümce unutmayacak ve hepimizi çok mutlu eden bu lütufları için Rab’bime daha çok şükredeceğim, daha çok hizmet edeceğim inşallah. O duygu seliyle ziyarete devam ettiğimiz Abdülhakim Arvasi, Dr. Münir Derman, Hacı Ahmet Kayhan ve Sabri Tandoğan Hocamızda da doyumsuz anlar yaşadık. Maneviyat dolu bir haftanın feyziyle, huzurla huzur yuvama döndüm şükür.

-İslamın Kalesi Erzurum-

2012 Yılında başlayan, evliya yatağı güzel yurdumuzu, balkanları karış karış gezdiğim ve her ne hikmetse hep Horasan erenleri, seyyidler ve Alperenleri ziyaret nasip olan manevi seyahat serüvenimde hep olduğu gibi 2018 yılı güzergahı da yine davetlerle belirlenmişti. Aksaray'dan Seyyid Nigari'nin iki mısra hikmet dolu muhteşem şiiri, Sinop'dan kesik başını vermemiş şehit seyyid Bilal'in ağlatan hazin hikayesi, Trabzon'dan inşallah ilelebet payidar kalacak olan Türkiye Cumhuriyetimizin kuruluşunda Atatürk'ün yanında dualarıyla görev almış Haçkalı Baba'nın bayraklarla bezenmiş muhteşem türbe- camisi ve Bayburt'lu kadın evliya, Sultan Fahriye Hatun'a ait bayıltıcı bir iğde çiçeği kokusunun peşine düşerek çıktım 2018 yılında erenlerin izinde seyahatime...

Hep olduğu gibi, sadece kelimeler ve fotoğraflarla sevebilen güzel gönüllü kardeşlerimin karşılaması, arabalarıyla gezdirip refakat ve evlerinde misafir etmesiyle Eskişehir, Ankara, Sinop, Amasya'dan sonra Trabzon'a kadar ziyaretlerimi yapmış; kara yoluyla yorucu olacağından Trabzon'dan hava yoluyla dönmeye karar vermişken, yaz dönemi olduğundan bilet bulmak mümkün olmamıştı. Aynı güzergahtan dönmektense Bayburt'a gidip Sultan Fahriye Hatunu ziyaret etmek istedim. Dallarına tünemiş, her türbenin olmazsa olmazı kediciklerin beklediği devasa bir anıt iğde ağacının altında yatan iğde çiçeği kokulu Sultan Fahriye Hatun’u duygu dolu anlarla ziyaret edip, maneviyat çukuru denmesinin sebebi hikmetini her karışında hissettiğim güzel Bayburt'u gezdikten, sonra hangi güzergahtan evime döneceğimi henüz bilmiyordum.

Otogara geldiğimde otobüslerin tabelasında gördüğüm Erzurum adı bir anda heyecanlanmama sebep oldu. Yakınlarda olmalıydım ve yıllardır beni Erzurum'a davet eden bir güzel kardeşim vardı. Üstelik Alvarlı Efe Hz. ve Nene Hatun'u ziyaret etmeyi de çok istiyordum. Diğer manevi mimarlarını henüz tanımıyordum. Hiç planda yokken tamamen zuhurattan kendimi Erzurum'da bulmuştum...

Akşama yakın saatlerde şehre yaklaşırken başlamıştı sanki o uhrevi şehrin büyüsü. Otogarda inip taksiyle öğretmen evine gitmeyi planlamışken telefonumdan Alvarlı Efe şiirleriyle paylaşımla hep yaptığım gibi şehri ve manevi mimarlarını selamlamaya öyle dalmışım ki otogar geçmiş çoktan. Kendime gelip apar topar otobüsten indiğimde öğretmen evinin çok yakınında olduğumu öğrendim.

Binmek üzere yaklaştığım taksinin kara yağız genç şoförünün yabancı olduğumu anladığı için gezdirip çok para almak yerine boşuna on lira verme abla öğretmen evi şurası deyişi ikinci coşturan güzellik olmuştu. On lira helal olsun sana sen yine de götür beni bavulla sokaktaki merdivenleri çıkmayayım derken o güzel kardeşimi de eklemiştim bile seyahat arkadaşları listeme.

Tarihi çok güzel bir bina olan öğretmen evinde odama çıkıp pencereyi açtığımda gördüğüm manzarayla iyice büyülendim. Üstelik sadece bu uhrevi şehre mahsus seladan mısralar eklenmiş gibi çok başka bir etkiye sahip akşam ezanları da okunmaya başlayınca sevinçten ağlamaya başladım. Hiç planda yokken nasip ettiği bu eşsiz güzellikleri lutfedene sonsuz şükürler ettim.

Telefonla Erzurum'da olduğumu haber verdiğim, beni yıllardır; Adevviye Şeyda hanım sizin doğum gününüz Erzurum'un kurtuluşuyla aynı gün, ne olur Erzurum'a da gelin diyerek canı gönülden davet eden Çiğdem kardeşimle muhabbetle edilen güzel bir kahvaltı sonrası onun planladığı şekilde bütün gün Alvarlı Efe, Hz. Ebubekir'in torunu Abdurrahman Gazi, Nene Hatun ve daha pek çok türbe ziyaret ettik, camileri, çarşıları gezdik. Olmazsa olmazlarımdan olan, pek çok şehrimizde olduğu gibi illa Ulu camide namaz kıldık.

Kurtuluş savaşı öncesi yapılan Erzurum kongresi binasını gezerken gördüğümüz Ata'mızın ve delegelerin fotoğraflarında tek tek yüzlerine baktığımız, oturdukları sıralara oturduğumuz anlarda yaşadığımız duygular tanımsızdı. Dinlenme molası verdiğimiz, Erzurum'un değerlerinden rahmetli Mükerrem Kemertaş'ın meşhur türkülerinden Huma Kuşunun adını taşıyan çay evinde, çocukluğumdan beri müptelası olduğum güzelim Erzurum türkülerini dinleyerek içtiğimiz kıtlama çayın buruk lezzetine türkülerin hasret yüklü hazin hikayeleri de karışıyordu sanki.

Ziyaretleri bir güne sığdırabilmek adına taksiyle yapıyorduk türbeler arası geçişleri. Taksi şoförlerinin hilafsız hepsi Allah'ın selamı ile karşılıyor, şehirlerini, evliyalarını ziyarete geldiğimiz için saygıyla memnuniyetlerini bildiriyor, asla bir kuruş fazla para almıyorlar ve Allah razı olsun, Allah'a emanet olun dualarıyla uğurluyorlardı. Nene Hatun ziyaretimizde güvenlik görevlisi olan futbolcu gencin bizi özel arabasıyla tabyaya çıkarıp ziyaretimizi yapana dek beklemesi ve taksi bulamadığımız için yine özel arabasıyla Abdurrahman Gazi'ye yakın taksi durağına kadar götürmesi sebebiyle teklif ettiğimiz benzin parasını almayışı ve ısrarım üzerine abla bir iyilik yaptık parayla bozdurma deyişini hiç unutamayacaktım.

Bu şehrin insanlarının islam iliklerine kadar işlemişti, dinlerini ihlasla, hakkınca yaşıyorlardı. Cağ kebap yemek üzere gittiğimiz lokantada çocukluğumdan hatırladığım egede de olan aile salonu uygulaması devam ediyordu. Haremlik selamlık değil, aile salonu. Yalnız erkekler bir bölümde, yalnız kadın ve karı-koca, aile olarak gelenler aile salonunda. Garsonlar da aynen taksi şoförleri gibi son derece saygılı, edepliydi. Sokaklarda saçları açık da olsa edebe aykırı, açık saçık, dizleri yırtık pantolon gibi tuhaf batı modası özentili giyinmiş tek bir kadın-kız görmedim.

Akşam yaklaşıp ayrılma vakti geldiğinde Çiğdem kardeşimin, yazılarınızı annemlere de okuyorum, onlar da sizi tanımayı çok istiyorlar, sizi fakirhanemizde misafir etmek istiyoruz dediği samimi davetiyle bir kez daha heyecanlanmıştım. Her şehrimizde olduğu gibi bu güzel şehri de ancak bir ailesiyle, evinde, geleneksel yemekleriyle, muhabbetiyle tanıyabilirdim. Güzel yurdumun her köşesi gibi her insanına da aşıktım.Tek bir güzelliği, hiç bir ayrıntıyı kaçırmamalıydım.

Tam da Rus işgalinde kanlı savaşların olduğu palandöken dağı yolundaki semtteydi fakirhane diye tanımladığı köy hizmetlerinden işçi emeklisi babacığının kooperatif usulü aldığı apartmanlardan olan evleri. Beş katı merdivenle çıkarken bir güzel doğu anadolu ailesini, sıcacık yuvasını, insanlarını tanıma heyecanıyla kalbim çırpınıyordu. İçeri girdiğim an farketmiştim bu evin zikir ehli insanların mekanı olduğunu. Duvarları süsleyen hat sanatı esma tablolarına, tertemiz nostaljik eşyalarına sinmişti maneviyat. Ayakta karşılayan evin reisi köy hizmetlerinden emekli amca hoş geldin faslından hemen sonra başka bir semtteki evli kızına gitmek üzere evden ayrıldı. Benim rahat etmem için her şey ayarlanmıştı. Gelenekleri böyleydi.

İç odada gördüğüm eli tespihli tipik Erzurum kadını Nimet Anne’ye görür görmez kanım ısınmıştı. Hoş gelmişsen deyişi bile ne kadar başkaydı. O andan itibaren başlayan muhabbette her zaman çoğunlukla konuşan olduğum halde hiç konuşmak istemedim. Tek kelime kaçırmadan zikir ehli Nimet Anne’nin anlattığı feyz kaynağı inanılmaz yaşanmışlıklarını dinlemek istiyordum çünkü.

Dizinin dibine oturup heyecanla dinlediğim saatlerde, bağlı olduğu Seyyid Mevlüd Baba'dan aldığı zikir dersinin on katını yaptığını ifade eden bu zikir ehli kadının; her ramazan planlı olarak yaptığı tespihat ve okumaları bir seferinde yetiştiremediği için çok üzülüp ağlamasıyla,rüyasında sevgili peygamber efendimizin gelip ödevlerini tamamlamaya yardım etmesi; Hz. Ebu Bekir'in torunu Abdurrahman Gazi'yi görüp , sen Hz. Ebu Bekir'in torunusan, evliyasan, benim yeğenimin hastalığına bir çare bulasan deyişi ve söylemi üzere türbenin çeşmesinden su içip tepesinden aşağıya dökmekle hastalıktan kurtuluşu;

Alt apartmanın bahçesinde yattığı yer, her yer kar altındayken bile kar tutmayan şehit askerin, teyze sen bana neden fatiha okumuyasan diyerek fatiha isteyişi, Nimet annenin, hele gurban sen bene adını demedin ki sana nasıl fatiha okuyam demesiyle, Kemal diyerek adını söylemesi; hatta Bosna'da savaş varken o şehit asker Kemal'in de savaşa gittiğini yattığı yerin altı ay boyunca kar tutmasından anlaması ve bayram arefesinde dönen şehitlerin yakındaki camide bayram namazı kıldıkları hikayeleriyle adeta büyülenmiş, bütün akşam hiç bir duyguyu kaçırmama adına mimiklerine de dikkat ettiğimden kıpırdamadan yüzüne bakakalmıştım.

Tam o esnada alt sokaktaki düğünden gelen davul zurnayla çalınan, yürek sızlatan Erzurum başbarı mizanseni tamamlamıştı. Sanki mertliğin, dürüstlüğün, kardeşliğinin ifadesi gibi birbirlerine sımsıkı tutunarak dimdik bedenleriyle o güzel halayı oynayışlarını hayalimde görmüştüm...

Yatma vakti geldiğinde Nimet annenin istihare makamında olduğunu anladığım, hele bu gece sene niyetlenem de inşallah bana durumunu bildireler sürpriziyle gece de heyecanın süreceği belli olmuştu. Gece yarısını geçmiş bir vakitte yattığımız halde tam üçte uyanıp namaz kılmak istemem ve namaz esnasında odada ruhanileri hissederek huşu ile ürperdiğim anları anlatmak çok zor...

Sabah namazı için uyandığımızda ise artık heyecan dorukta idi. Nimet Anne’nin; gel hele kurban, bildirdiler çok şükür deyişiyle dizinin dibinde adeta nefesimi bile tutarak beklediğim anlar kalbim ciddi zorlanıyordu ki ömrümde aldığım en güzel hediyelerin haberini vermeye başladı Nimet anne; sana vermem için üç tane hediye verildi bana, birincisi pembe bir yazmaydı, gülü, çiçeği deseni yoktu, düzdü; İkincisi krem rengi bir tespihti, üçüncüşü bir kitaptı, matbaada basılmış bildiğimiz bir kitap ancak konusu sohbetmiş.

Yazmayı anlamıştım Rab'bim baş örtüsü sorunumu halletmemi istiyordu. Tespih de zikir müjdesi ve kitap da yazacağım yeni kitap olmalıydı ancak anlamadığım konusu sohbet olan kitabı nasıl yazacaktım. Ben bu düşüncelere dalmışken unuttuğu bir şeyi ekledi Nimet Anne ve artık sevinçten düşüp bayılacak hale geldim. Haa! Birde sana bildirmek üzere bir erkek çocuk adı söylendi bana diyordu ve o günlerde erkek olduğu belli olan doğacak ilk torunum için Allah'ım torunumun onun için en hayırlı ismiyle doğmasını nasip eyle duamı ediyordum.

Bu yüzden hemen anladım torunum için verildiğini. Neydi isim Nimet anne dedim heyecanla ve unutmuş olmasından korkarak. O zakir dudaklardan dökülen isim on ikiden vurmuştu hasta, yorgun kalbimi. Mete Han!!! Türk beyliklerini toplayarak ilk Türk devletini ve ordusunu kuran Kağan. Çinlilerin korkulu rüyası, Hun İmparatoru Tanrıkut Mete Han!. Dillerim lal olmuştu bu heyecanla!. Rab’bime nasıl, ne kadar şükretsem azdı.

Bütün sorularım Erzurum'da cevap bulmuştu. Düğüm çözülmüştü çok şükür. Yıllardır neden bunca gezdirildiğim, ziyaret nasip olan mübareklerin Hoca Ahmed Yesevi yolundan Horasan erenleri, Alperenler , Seyyidler oluşunun sebebi hikmeti; yolumun İslamın bekçiliği göreviyle şereflendirilmiş, bir halkası da Türklerin dilini ve dinini sağlamlaştırma göreviyle Derviş Yunus olan mukaddes görevli Türklerin yolu olduğu ayan olmuştu. Elli yedi yıllık yorgunluğa, tüm zorluklara, acılara değer bir final olmuştu...

Bunca seyahatle neredeyse tüm yurdu gezme sonunda, aradığın maneviyatı nerede buldun denilse kesinlikle Erzurum'da derdim. Bu şehre boşuna İslamın kalesi denmemişti. Seyahat serüvenim mutlu sona ermişti şükürler olsun. Nimet Anne’den aldığım feyz ve zikirle, kuşaklardır Erzurum'un manevi mimarlarından olmuş Seyyid Hacı Mevlüd Baba'mızın kapısına, Çınar ailenin son temsilcisi Seyyid Hacı Kenan Babamıza da ulaştırılmıştım çok şükür. Ömrümce çınar ağaçlarını neden bu kadar çok sevdiğimi, o en zor ve kutlu yılımda, belediyenin fidanlığından alarak evimin önüne ellerimle, dualarla neden illa çınar ağacı diktiğimi anlamıştım. Erzurum'daki istiharede Mete Han adı verilen ilk torunumun ilk ziyaretime gelişinde başına güneş geçmesin düşüncesiyle bilmeden çekildiğim ağaç gölgesinin o çınar fidanı ve altında birlikte en güzel fotoğraflarımızın olması da ne manidardı. Lutfedene sonsuz şükür.

Ertesi gün ziyarete gittiğimiz, Erzurum'un işgalinde rüyada Peygamber efendimizden aldığı işaretle 500 yıldır devam eden bin bir hatimi başlatan Pir Ali Baba'nın kabrinin bulunduğu tepede yaşadıklarımız da on beş günlük seyahatin dersi niteliğindeydi. Dua ederken aniden çöken sis ve başlayan tipiyle çıktığımız patika yolu bulamayıp dört- beş dakika arayış anlarında, yolunu kaybetmenin korkusunu, acısını, mahşer günü telaşını yaşattı Rab'bimiz bize. Ona göre çok dikkatli olun dedi adeta. Dersimizi de aldık çok şükür. Yirmi iki saatlik dönüş yolculuğunda Erzurum'un kar ile boranlı dağlarını, Erzincan'ın hiç bozulmamış, tertemiz ne güzel bağlarla süslü ovalarını seyrederek, Sivas'ı Ankara'yı, Afyon karahisar'ı, Uşak’ı bir bir geçerken aldığım feyzle mutluluktan uçuyor, zerre yorgunluk duymuyordum…

Aradan geçen aylara rağmen seyahat yazımı yazamayışımın da bir sebebi hikmeti varmış meğer. Rüyada verilen hediyeler bir bir gelmiş, başörtüsü sorununu halletmiş, zikirleri yapmaya başlamış ve ciddiyet, disiplin timsali yüz ifadesi, laciverte çalan simsiyah, kocaman, parlak göz bebeklerinde dünya saklı, çekik gözlü tam bir Türki bebek olan tatlı ilk torunum, Metehan Tolga’m altı aylık olmuşken anlayamadığım konusu sohbet olan Rab'bimin üçüncü hediyesi kitap da gelmişti çok şükür. O kitap Abdulkadir Geylani'nin sohbetlerinden derlenmiş olan, alimlerin Kur'an-ı Kerim ve hadislerden sonra en güzel üçüncü kitap dediği El- Fethü'r Rabbani Ve'l Feyzur Rahmani imiş meğer...

Kapağı gördüğüm an kalbime bir ok saplandı sanki. Erzurum'da Nimet annenin istiharesiyle Rab'bimin hediye ettiği kitap bu hissi yüreğimi titretti. O günden beri de elimden bırakamadığım, okumaya doyamadığım, her okuduktan sonra Rab'bimin hediyesi diyerek sarıldığım irşada kafii kitabım oldu çok şükür. Hakkınca faydalanabilmek, karşılığında Rab'bimin beklentilerini yerine getirebilmek, hakkını verebilmek nasip olsun; Erzurum'un kurtuluşu ve aynı gün olan doğum günümde, Erzurum'da dünyaya geliş amacımı, yolumu bulmakla yeniden doğuşum kutlu olsun.

Amin ya Rab'bi!

Bu bölüm bir türlü bitemiyor. Nasıl bitsin ki! Hepsini anlatabilmek istiyorum, ne kadar çabalasam illa unuttuğum, ziyaret nasip olan bir güzel evliyamız oluyor, üzülecek, kırılacaklar diye ödüm kopuyor. Son olarak Alvarlı Efe'mizin muhteşem Nutk-i Şerif'inden bir kaç satır da eklemeliyim derken, Erzurum'lu İbrahim Hakkı'dan da uyarısı geldi gönlüme ve gözlerimden yaşlar boşaldı. Bergama'lı Hasan Babamızı da unutmuşum üstelik...Bayburt'a kadar gitmişken Ağlar Baba'mızı da... İnşallah kısmetse ikinci kitabım olacak olan Cennet Kadınları'ndan sonraya planladığım, çok istediğim Seyahatnamemde hepsini en ince detaylarına kadar anlatabilmek nasip olur umuduyla teselli bulurken, onlara da söz vermiş oldum. Sizlere de tabii...

Her karış vatan toprağında yatan saymakla bitmez evliyamızla birlikte, koyun koyuna, gönül gönüleyiz. Millet olarak yüce Allah'ımızdan, sevgili peygamberimiz sav.'den ve erenlerimizden destekliyiz elhamdülillah...

Yeter ki kim olduğumuzu unutmayalım, kendi değerimizi bilelim. Değerlerimize sahip çıkalım. Yüce Rabbimizin muradı gereği güçlü bir devlet, erdemli insanlar topluluğu örnek bir millet olarak; İslamın yayılması, temsili ve bekçiliği mukaddes göreviyle dünyadaki zulme dur diyerek insanlığı asr-ı saadete taşıyalım. İnşallah.

Atalarımızın, şehitlerimizin kanları ile sulanmış her karış toprağı, manevi mimarları olan evliyalar, şehitler yatağı cennet vatanımıza, ay yıldızlı al bayrağımıza, o kutlu ocağa duyduğumuz bu yüreğe sığmaz duygu olmalı Aşk!

Lutfedene sonsuz şükürlerle…

İlla Aşk/ Adevviye Şeyda

Görüntünün olası içeriği: şunu diyen bir yazı 'AI bayraktan Gök bayrağa selâm olsun...'

Görüntünün olası içeriği: 1 kişi, gülümsüyor, gözlük ve yakın çekim

309Bilal Sürgeç, Adevviye Şeyda Karaslan ve 307 diğer kişi

130 Yorum

16 Paylaşım

Beğen

Yorum Yap

Paylaş