Lafı eğip bükmeğe gerek yok. Biz de bir zamanlar hem de nasıl “Ayasofya açılsın” naralarıyla yeri göğü inlettik. Sağ iktidarlar da genellikle bu mesele etrafında sıkıştıkça gündem teşkil etmeği hüner bildiler.
Zaman zaman da dış politik manevralarda özellikle de Batı Trakya Türklüğü için mukayese maksatlı taktik hamleler olarak gündeme bizzat diplomasimiz tarafından getirildiğini söyleyebiliriz.
Fakat Ayasofya’da bazı yüreğimize su serpen uygulamalar; mesela Türkeş’in de hükümet ortağı olduğu dönemde Yahya Kemal’in pek hissedar olduğumuz sözlerine cevap mahiyetinde Kur’an tilavetine başlanması, Kemal Zeybek’in gayretiyle bir dönem ibadete açılması –el’an da eski Şaraphanesinde Cuma namazları kılınmaktadır- fincancı katırlarını ürkütmeden yapılagelen şeylerdi geçmişte.1934 sonlarına doğru Mustafa Kemal’in patates baskılı imzası ile müzeye çevrilmesinde de bizim cenahın eline büyük bir fırsat geçtiğini ve her vesile ile Ayasofya’yı hükümranlık haklarımız babından ele alma gayretinde halkın duygularını tetikleyecek imkânlar sunduğunu da söylemeliyim. Ayasofya orada dururken Sultan Birinci Ahmed’in hemen yanı başında cami yaptırması üzerine de nedense kimse kafa yormamaktadır. Fetihten önce Bizans elindeyken İstanbul, Türk ustaların “nasıl olsa ilerde Şehr-i Konstantiniyye fethedilecek, bari minarelerin kaidelerini hazırlayalım” diye tamirat sırasında kubbeyi kaidelere bağlayan kemerlere de bir iyilik ettiklerini biliyor muyuz?
TRT Yönetim Kurulu’nda iken İstanbul’daki Radyoevi binası bir takım otelcilik sektöründeki aç gözlülerce göze kestirildiğinde biz de Yönetim Kurulu olarak hemen ‘müze’ kararı aldık. Artık Radyoevi TRT Müzesi olmuştu ve gasp engellenmişti. Malum müzeler hemen bütün dünyada statüleri sağlam yerlerdir. Muhtemelen ‘Osmanlı paşalarından biri olan Mustafa Kemal’ de işgalciler çekilirken iki defa o şaheser camilerimizin ‘hediye’ edilmesi taleplerine muhatap olan nesilden biri olarak meseleye hâkimiyet-i milliye olarak başka bir gözle bakmış olabilir. Malum Selimiye de, Ayasofya da işgalcilerin giderken ‘son jest’ beklentilerindendi.
Ayasofya’nın önceleri kilise olduğu Fatih’in de burayı ‘kılıç hakkı’ olarak camiye çevirdiği bilinen bir şey. Tamam, kılıç hakkıdır; fakat aynı zamanda fetihten sonra “Truva’nın intikamını aldım” diyen o büyük tarih felsefecisi Fatih Sultan Mehmed Han, Ayasofya’nın daha ilk inşasında Süleyman Mâbedi olarak düşünüldüğünün, aslının yine cami olduğunun altını çizmedi mi? Dolayısıyla Bizans dönemi anakronik dönemdi ona göre. Bugün İstanbul’un Türk işgalinde anakronik bir dönemde olduğunu söyleyen ve iktidar nimetlerinden faydalanan bir zevatın bulunduğunun da ben altını çizeyim.
Evliya Çelebi, Seyahatname’sinin başında bir rüyadan bahseder, meşhur: “şefahat ya Resulullah diyecekken seyahat ya Resulullah” diye rüyasındaki Peygamberimize nidası. Rüyada geçen mescidi, Çelebi şöyle açıklıyor: “Duası kabul olunan cami…” O da fetihten önceki Haliç’e yakın surların dibindeki cami… O dönemde selâtin camileri yok mu? Ayasofya da var, Fatih de…
Büyük Fetih, Nurettin Topçu’nun kaleminden okunup anlaşılmalıdır. Dua da… Kinini din sananların hem kendilerini, hem milleti-ümmeti, hem de Allah’ı kandırmaya çalışmaları beyhudedir.
Sen İstanbul’un ruhunu katlet, sonra da Ayasofya’yı cami yapacağım de! Ayasofya cami değil mi? fatih bize bir şehir hediye etti ve onu Anadolu’nun beyni haline getirdi. Bizimse bu şehri dünyanın hiçbir yerinde olmayan ‘zevksizlik ve duygusuzluk abidesi’ yaptığımızı söylüyor Nurettin Topçu: “Bugün şehirciliğin katledildiği şehir İstanbul’dur.. İdeal İstanbul bu değildir. Nerede Türk ruhu?”1
“Halifeyi getireceğini, Ayasofya’yı açtıracağını, hatta Meclis’i Ayasofya’da toplayacağını söyleyen liderlerden biri, İslâm’ın devrimizde benzeri bulunmayan istismarcılığını yapmaktadır. İslâm dinini, ikbale ulaşma ihtirasına alet olarak kullanmasındaki vebalin cezasını elbette Allah’tan görecektir. Masum bir milletin kalbiyle oynamanın cezasını da bu millet çektirecektir. Halifenin devlet reisinden başka bir şey olmadığını bunlar elbette bilmektedir.”2
Nurettin Topçu’nun millet mistiği derin felsefesinden bakınca ve tarihten gerekli dersi de çıkarınca insan, artık masum bir milletin kalbiyle oynanmasına samîmî bir yüreğin elvermediğini görüyor.
“İslâm’ı kökünden yıkmayı hedef edinen sarsıntılardan sonra devrimizde İslâm’ın yeniden canlanması, tabiî ve samîmî bir dinî yoldan giderek olmamıştır. Evvela bu hareket, cemiyette etkiye karşı koyan bir tepki, yani bir iddia hâlinde doğmuştur. Hâlbuki samîmî îman, iddiadan filiz alamazdı. Bu iddia sahiplerinde kibir oldu, şiddet oldu; şimdi riya ile kini karıştırmış, din inde bir siyaset şeklini almıştır. Dini sömürme yolunda İslamcılar, İslâm’ın içteki düşmanları ile yarışmaktadırlar.”3
Keşke Topçu yaşasaydı da, bugün gündemi meşgul eden şeyler hakkında kalem oynatanların biraz daha mesuliyet duygusu içinde hareket etmelerini salık verseydi.
1) Nurettin Topçu, Büyük Fetih, Hareket Yayınları
İstanbul 1974
2) Lütfü Şehsuvaroğlu, Türk Sosyalizmi ve Nurettin Topçu, Elips Yayınları Ankara 2011, s. 123
3) age s. 122