Yüreğinin duruluğunda tütsülediği kelimelerin naifliği karşısında, zaman dursa da öylece izlesem öylece dinlesem hissi uyanıyordu insanda...
Deşarj olmak için bazen gündemi usulca bir kenara bırakıp küçük bir ‘edebiyat molası’ vermeyi seviyorum. Böylelikle uzun zamandır yazmayı ertelediğim romanıma dair zihnimde biriktirdiğim cümleleri az da olsa sizlerle paylaşıyor ve rahatlıyorum... Geçtiğimiz günlerde gerçekleştirdiğim bir ziyaret beni fazlasıyla şaşırttı ve mutlu etti... Şimdi müsaadenizle o ziyaretimin yansımasıyla ‘bugün günlerden İNSAN olsun’ diyorum...
“Öyle güzel ve öyle değerli konuşuyordu ki; asırlar boyu konuşsa nefes alıp vermek gibi huzurla ciğerlerime soluyup sonra da hücrelerime akıtabilirdim cümlelerine yüklediği duyguya dair cevherlerini...
Yüreğinin duruluğunda tütsülediği kelimelerin naifliği karşısında, zaman dursa da öylece izlesem öylece dinlesem hissi uyanıyordu insanda... Mevlana’nın Şems’e olan gönül bağı gibi ‘cümlelere ihtiyaç duymadan’ da konuşabilirdi biliyordum... Heceleri bir bir zikrederken, Kainat’a yaydığı enerjisiyle tin de buluşturuyordu zihinleri... Sustuğu anlarda bile gözlerinden, yüreğinden, zihninden inşa ettiği köprüler üzerinden akıttığı ‘özünü’ hayranlıkla okuyabiliyor ve hayatın manâsıyla birlikte belki de insanlığın tüm şifrelerini de bir bir çözüyordum... Yaradan bize neden ruhu üflemişti, neden ve nereye kadar vardık, dünyadan alacaklarımız ve bırakacaklarımız neydi? Ondan okuduklarım hepsini sorgulatıyor ve tek bir sonuca vardırıyordu beni; yüreklere hoş bir seda bırakmaya gelmiştik dünyaya hepsi bu...
Ben bu sorgulamalar eşliğinde manâyı ararken bir anda ayağa kalktı ve masanın arkasındaki dolaba yavaşça yöneldi. Geri geldiğinde elinde itinayla o kitabı tutuyordu! Öylece karşımda ayakta duruyor ve elindeki kitabı okurken düştüğü notları aktarıyordu... O an biliyorum dediğim her şey sil baştan yazıldı... Çünkü makamların, koşturmaların, iş yoğunluğunun duyguya ve vefaya dair değerleri törpülediğine inanırız ya çoğumuz, öyle değilmiş o gün anladım... İnsan isterse hırs ve ego gömleğini giymeden, kalbinden boy veren dalları kırmadan ve ‘insan vasıflarını’ kaybetmeden de büyüyebilirmiş, yürüyebilirmiş, makamlara güç verebilirmiş... O gün o kitaba verilen değerle anladım!
Aradan geçen zamana, yoğun iş temposuna, mekan değişimine, araya giren onca mesafeye rağmen yanında taşımış ve yer vermişti gönlünün baş köşesinde... Mutluluk ve şaşkınlık arasında Araf’ta kalmış gibiydim! Ne demeliydim ne yapmalıydım bilemedim ve o an yapabildiğim tek şey; tebessümle susmak oldu... Sonrası mı? Sonrasında “olmak ya da olmamak” üzerine yokladım maneviyata dair zihnimin en ücra köşelerini ve sizlerle paylaşmak istediğim sayısız cümle belirdi zihnimde...
Anlattıkları karşısında çocukluğumun huzurunu anımsamıştım. Yağmurun dama vuran sesiyle sobanın üstünde kaynayan çaydanlığın sesi nasıl da birbirini tamamlar ve ninni gibi gelirdi bize. Pencerenin önüne oturup keyifle sohbetler ettiğimiz, soba üzerinde yanan portakal kabuklarından yayılan mis gibi aromayı içimize çektiğimiz günler... Nimetin az ama değerli olduğu, gözümüzün değil karnımızın aç olduğu, yokluğa rağmen huzurun öne çıktığı, vefanın baş tacı edildiği günler... Bayat ekmekleri sobanın üzerinde kızartıp üzerine yağ sürüp iştahla yediğimiz günler... Çakan her şimşekle ‘bir mantar daha toprağı çatlatıp gün yüzüne çıktı’ diye mutlu olduğumuz ve yağmur hafiflediği an küçük çakılarımızı alıp çiseleyen damlalar altında mantar toplamaya çıktığımız günler...
İşte yüreğinden akan katıksız kelimeler böylesi güzellikleri anımsatmıştı bana. Hele ki insanoğlu son yıllarda vicdanı, yüreği, vefası, mütevaziliği ve kaybolmaya yüz tutmuş değerleri ile sınanıyorken bu sohbet sular seller gibi ferahlığı ve huzuruyla gelmişti.
Oradan ayrılırken hafızama keyifle yüklemiştim o sohbeti ve ‘özlediğimiz insan yüreğine’ dair verileri....”