Oldu olası eskiye özenir, zaman zaman da şikâyet ederiz. Bugün kendi kendime sordum: “Eski mi yeni mi?” Sonra, yıllar öncesi çocukluğuma gittim.

Oldu olası eskiye özenir, zaman zaman da şikâyet ederiz. Bugün kendi kendime sordum: “Eski mi yeni mi?” Sonra, yıllar öncesi çocukluğuma gittim. 40-45 yıl öncesi aile yapımız ve gelenek-göreneklerimiz. Kardeşlik bağı, aile içi yaşam ve sosyal hayat... En çok da içimi yakan, zayıflayan akrabalık ve kardeşlik bağı... Birbirinden uzak yaşayan kardeşler yıllarca görüşmüyor veya görüşemiyor!
 
Annemin köyü yani Adıyaman Doyran köyü, merkeze yaklaşık 30 km uzaklıkta, şirin mi şirin bir köydü.  Görmeyeli yirmi yıl oldu. Zaten tanıdık kimse de orada kalmadı. Doyran köyü birbirine yakın evleri, komşuluk ilişkileri, aile bağları ile günümüzle çok farklıydı o zamanlar. Belki daha çok yokluk, imkân kıtlığı vardı ama akrabalık, kardeşlik bağı çok kuvvetli ve güzeldi.
 
Her yaz Adıyaman’dan koşup gittiğimiz, pınarlarında sitillerle su taşıdığımız, bahçelerinde incir, kayısı yediğimiz; tütün, mercimek, nohut zamanı koşuşturduğumuz o mahzun ve de kalabalık aile olmanın huzurunu yaşadığımız ömürden giden o tatlı yıllar ne kadar da güzel ve anlamlıydı. Köye giderken aldığımız üç-beş somun ekmeği ne kadar da kıymetliydi. Yediğimiz bir bulgur pilavı ya da dövmeli yoğurt çorbası nasıl da lezzetliydi. Çeşit azdı. Her şeyi ancak mevsiminde yerdik ama her şey doğal ve katıksızdı, sağlıklıydı.
 
Gecenin beşinde tarlaya yayan gider, tütün yapraklarını tek tek yolar, kilimlerin arasına doldurur, sırtımıza alır, güneş doğmadan da tarladan çıkardık... Tütün yapraklarıyla dolu kilimleri çuval gibi sırtımıza yüklenirdik. Tekrar aynı yolu tarladan eve varıncaya kadar 30 - 40 dakika yürürdük. Tarla uzak oldu mu bu mesafe de uzardı.
 
Eve vardık mı topladığımız o tütün yapraklarını bu sefer de tek tek şişlerle iplere geçirir ve kuruması için asardık. Ne zahmetli işti... O zamanlar tütün işi her evde vardı. Önce tütün tohumu ekilir, küçük fide oldu mu -sadır derlerdi bu hâline- bu fideleri asıl tütün tarlasına götürür tek tek dikerlerdi. Bir süre sonra çapa yaparlardı. Bazen çapa işi bir zaman sonra tekrarlanırdı. Yabancı otları temizlenir bir zaman sonra da istenilen boyuta geldi mi toplama, dizme, kurutma, bağ yapma, sandıklara yerleştirme ve fabrikaya gönderme işleri aylarca sürerdi. Yoğun bir emek vardı. Ailecek bu işle uğraşılırdı.
 
İmece usulü ile herkes birbirine koşardı. Dayım biraz daha şanslıydı. Kalabalık aile olmanın güzelliği onun işini kolaylaştırıyordu. Yedi abla ve yeğenler farklı zamanlarda hepsi de köyü her yaz ziyaret eder, birlik beraberlikle işler düzene koyulurdu. Bulgur kaynatmalar, salça yapmalar, sap-saman toplama, yufka ekmek ve de tarla işi hep imece usulü yapılır kimse yevmime - para bilmez, beklemezdi. Kimin ihtiyacı varsa ona koşuşturulurdu. Maddiyat bu kadar ön planda değildi.
 
Evlilikler de genelde köy içinde yapılırdı. Böyle olunca her anne baba evladına yakındı, ihtiyaç duydu mu koşardı her evlat. Anneye babaya saygı sonsuzdu, sözler değil gözler iletişimi sağlardı. Sevgi, saygı, korku birbirine sarılmış kenetlenmişti. Şimdiki evlatlar anne babayı yönetiyor, bir bardak su vermeye bile aciz. Elinde telefon, kulağında kulaklık, sofraya bile oturmuyor. Acıktı mı ne varsa tabağına doldurup odasına çekiliyor tek başına yiyor, içiyor. Odası dünyası oluyor. Bireysellik had safhada. Evde iş yapmak mı? Nerede? Ha bire iş buyuruyor.  


 Eskiden iki göz ev beş nüfus-sekiz nüfus bazen misafir geldi mi on beş nüfus olur hiç kimse zorsunmaz, gocunmaz bir arada olmanın mutluluğu yaşanırdı. Döşekler bazen enine bazen de boyuna dizilir kardeş, yeğen, kuzen aynı yastığa kafasını kor, huzurla uykuya dalardı.
 
Yeniler misafir istemiyor ki… Odasına dedesini, nenesini iki günlük misafir etmek bile istemiyor. Artık, komşuya giderken bile çocuklar evdeyse başka zaman gelirim deniliyor. Eskiden eş evdeyse gidilmez, rahatsızlık verilmezdi. Şimdi de o koltuğa çocuklar oturmuş. Ev gezmeleri zaten bitti gidilecek ise de önce çocukların rızası alınıyor. Geleceklere de “Bir çocuklara sorayım size dönerim.” deniliyor. Hemen “buyurun gelin”ler bitti. Şimdiki gençlere, misafire hizmet eziyet görülüyor...
 
Her genç kız çeyizini göz nuru ile işlerdi. Gündüz ev, tarla, ahır işi akşamsa el becerisine göre sanat konuşurdu âdeta. Kanaviçeler, pikeler işlenir, danteller, örgüler yarışırdı. Boncuklu - ipli yazmalar camekânı doldururdu. Gel de o eski nesli arama. Sevgi, saygı, paylaşım ve de o candan sohbetlerin ruh dünyasına yarattığı mutluluk. Bu mutluluk şimdi var mı? Belki de günümüzde artan psikiyatrik hastalıkların çoğalması da bu sohbetlerin olmayışındandır. Sohbet, dertleşmek, anlatmak, dinlemek ruha terapi gibidir.
 
Yeni nesilde uyku düzeni de berbat. Sabaha kadar uyanık. Elindeki telefon ya da bilgisayarla meşgul olur, gün doğdu mu da uyumaya başlıyor, kalkması ikindiyi buluyor. Bekârlık böyle. Evlendi mi de tam anne babadan kopuyor belki bayramdan bayrama o da sahil kentlerde bütçesine göre otel bulamazsa bir memleket ziyaretine geliyor. Yoksa aile ziyareti en sona bırakılıyor. Yani bazılarında özellikle maddi gücü arttı mı aile bağı paralelinde zayıflıyor, çöküyor. Çevremizde örneği çok...  
 
Lükse merak arttı. Az çalışıp çok rahat yaşama derdine düştük gibi. Aç gözlülük ve doyumsuzluk hastalık gibi... Her yönüyle değiştik ya da değiştirildik mi bilemiyorum. Sanırım bindiğimiz dalı biz kestik, uçuruma düştük ve yardım bekliyoruz.
 
Hayat paylaşıldıkça samimiyet ve aile bağı güçlenir. Paylaşımlar azaldı mı aradaki bağ da kopuyor. İşte eskiden samimiyet, kanaat vardı iyi günü-kötü günü daha candan paylaşma vardı.  Kimin kime ihtiyacı varsa koşulur gidilirdi. Şimdiki gibi kardeşler arası mesafe yoktu. Resmiyet yoktu. TV-radyo bile yoktu. Masallar, hikâyeler anlatılır, gecemiz neşeli ve huzurlu geçerdi. Yeğenler, kuzenler birbirinin sırdaşı, arkadaşı, dostu olurdu.
 
Şimdikiler birbirini tanımıyor. Cenazeden cenazeye akrabalar birbirini görüyor ve tanıyor. Ne acı, bunu ben babamın cenazesinde bizzat yaşadım. Kim kimin eşi, kim kimin çocuğu bilemedim. Ortaokul sonrası okumaya gittiğim İstanbul ve geçen seneler beni herkesten koparmış ve uzaklaştırmıştı. Ama ortama baktım ki yabancı tek ben değilim. Herkes birbirine yabancı, soğuk ve mesafeli...


 
Memleketten kopmak, uzaklara gitmek kişinin duygu dünyasını köreltmiş gibi. Sağıma soluma baktığımda gördüğüm aile içi kopmalar içimi yaksa da yapacak hiçbir şey yok. Herkes işine geldiği gibi takılıyor. Kimse kimseyi umursamıyor, dikkate almıyor. Evlat anne-babayı takmıyor ki akrabaları taksın! Eskilere daldım yine, içim yandı usulca gördüklerimi kendime bile zor ifade ettim öylece...

Gönül ister ki en azından aile içi ilişkilerimiz eskisi gibi candan ve verici olsaydı. Kardeşlerin sayısı zaten azaldı. Var olanlar birbirine bedenen ruhen yakın olsa da iyi-kötü günü paylaşabilseler. Bozulan bu gelenek-göreneklerimiz kimliğimizi de değiştiriyor gibi. Bizi bizden uzaklaştırıp sarp dağlara yolcu ediyor! Dünya denen hane anlamsızlaşıyor ve duygu dünyamız da aç kalmaya mahkûm ediliyor. Sizcede öyle değil mi?                                  
                                                                                                         24.08.2024
                                                                                                 Fatma ÖZGER BİLGİÇ