Yıl 1977, mevsimlerden sonbahardı. 1980 ihtilali öncesi, bir kıyı egeli olarak hayatımda ilk kez gördüğüm ona çok yakışan karına ve sonbaharına hayran olduğum, gençliğimin şehri güzel Ankara’da zor yıllardı. Hiç uğruna kıyılan o gencecik fidanlara, Yunus’umuzun deyimiyle gök ekini biçmiş gibi yanmamın; Bizi birbirimize düşürüp kırdıran, gençliğimizi yaşatmayanlara öfkemin dinmesi mümkün olmayan o kara yılları anlayabilmek kadar hatırlamak, yazmak da hiç kolay değil.
Ne mücadelerle gelebildiğim okulumda o yıllarda her genç için olduğu gibi illa bizi parça parça ayırmış guruplardan birine dahil olmam gerekiyordu. Oysa ben mucize kabilinden gelebildiğim okulumda okuyabilmeye devam edebilmek istiyordum sadece. O hengamede taraf olmak istemeyenleri bekleyen yafta ile karşılaştım ben de maalesef. İdarenin adamı, ispiyoncu damgası vurulmuş meğer gıyabımda, sebebi çok başka olan bilemedikleri Esin hocamla muhabbetimiz sebebiyle de belki.
Bir arkadaşım gizlice uyarmıştı Alah razı olsun. Kimselerin olmadığı öğle tatilinde sakın çıkma yatakhaneye, seni yedinci kattan atıp intihar süsü verecekler dediğinde duyduklarıma inanamamış ancak tedbir olarak çıkmamıştım da. Gayelerine ulaşamayınca başka bir karar almışlar meğer ve bundan haberim olamamıştı. Akşam etütden yatakhaneye çıkışımda, tam kata girdiğim esnada aniden şalterin indirilmesiyle elektirikler sönmüş, erkeksi, sert ellerinden kim olduğunu tahmin ettiğim ancak emin olamayacağım için sır gibi sakladığım bir abla aniden boğazıma sarılmıştı.
Olan gücüyle boğazımı sıkarken gelen gücün kaynağına şükürler olsun ki hala anlayamadığım bir hızla ittirdim boğazımı sıkan ellerin sahibini. Duvara çarptı hatta karanlıkta duyduğum sesten anladığım kadarıyla. Hızla katın sonunda olan odama kaçtım. O anlarda yaşadığım hissi kimsenin yaşamasını istemem.
Hem karşı guruplarca, hem sonrasındaki ihtilal sürecinde çok daha berbatlarına, işkencelere maruz kalan, canlarını veren, hiç uğruna kaybettiğimiz tüm gençler için acım hiç dinmeyecek. Hiç suçumuz yokken dershane katında, teneffüs saatinde baskın yapan polis tarafından rastgele toplanıp emniyete ve oradan da Mamak ceza evine bile gitmiştik on arkadaş. Akşama kadar sorgulamanın ardından neyse ki suçsuzluğumuz anlaşılmış, sabıka kaydımız da olmadığından gün batarken salıverilmiştik.
O yıllarda her olay çıktığında kaçıp sığındığım ikinci bir ailem vardı Ankara’da şükürler olsun. Bomba imha uzmanı yakışıklı bir komiser olan hemşehrim Hurşit ağabeyciğim ile abla şefkatini ve yemeklerinin lezzetini ömrümce unutmadığım sevgili eşi Kıymet ablamdı ikinci ailem. Allah onlardan da ebeden razı olsun.
Yüce Rab’bimiz bizi bir daha o durumlara, benzer tuzaklara düşmekten korusun, aklı selimle bütün oyunları bozabilmeyi, birlik içinde vatanımıza, imanımıza ve geleceğimize sahip çıkabilmeyi nasip eylesin inşallah.
Ne yapıp edip dışında kalmaya gayret ettiğim siyasi kargaşa yanında on üç yaşımda yaşadığım olağan dışı iki yıl yüzünden, tacizle örselenmiş çocuk halimle zaten arkadaşlarımdan çok farklıydım. O zamanlar bilemediğim, çok sonraları gittiğim pisikologlar sayesinde anlayabildiğim o örselenmişlik sebebiyle kurtulamadığım bir melankoli içindeydim. Özellikle yağmur yağarken saatlerce elimde solmuş bir gülle Ankara sokaklarında ağlayarak yürürdüm.
Sağ olsunlar yine müdür yardımcımız sevgili Esin hocam ve diğer sorumlu hocalarım psikiyatriye sevketmişlerdi yardım almam gayesiyle. Yıllar sonra bir televizyon programında rastlayıp hemen tanıdığım, o yıllarda öğrenci sağlık merkezimizde genç bir uzman olan Cengiz hoca doktorumdu. Yoğun hikayemi sabırla dinlemiş, önerileri ile çok faydalı olmuştu Allah razı olsun.
Eğitimimizi sık sık kesintiye uğratan siyasi kargaşaya rağmen çok iyi yetiştirilmeye gayret ediliyorduk hocalarımız tarafından. Sınıf ve oda arkadaşlığı ile yirmi dört saat beraber ve acı tatlı her şeyimizi paylaşarak kardeşten öte olduğumuz arkadaşlarımı, her biri anne- baba şefkatindeki hocalarımı ve staja başladığımızda giydiğim beyaz önlüğümü, laboratuvarları çok sevmiştim.
İlk yıldan itibaren sürekli sınıf başkanı seçildiğim ve on beş yaşlarında onca kızı susturmak hiç kolay olmadığından boş derslerde ve hocamız geciktiğinde hayat hikayemi anlatarak sustururdum arkadaşlarımı. Başlarını sıraya koyar, masal dinler gibi gözlerinde görebildiğim masum hüzünlerle, inanamadıkları göstergesi hayretlerle sessiz sessiz dinlerlerdi okuyabilme savaşı hikayemi.
Akşamları yatakhane saatlerinde de konserlerime alışmışlardı. Pencere önünde söylediğim türkülerimi, şarkılarımı alt ve üst katlardaki diğer bölümlerde okuyan arkadaşlar bile dinler, hatta istekler yapılırdı. Oda arkadaşlarım için hafta sonları erken uyanmasınlar diye yemekhaneden hırkamın arasında kaçırdığım ekmekleri elektirikli ocağımızda kızartır, diğer ocak da tısıl tısıl çayımızı demler, yere serdiğim yedek bahtaniye üzerine çalışma masamızın çekmecesini ters çevirerek kurduğum soframız hazır olunca da teybimize Barış Manço’nun saat alarmı sesiyle başlayan yeni bir gün başlıyor merhaba dediği o unutulmaz şarkısıyla uyandırırdım onları.
“Annee anneee !.” diyerek boynuma sarılırlardı. Onlar da beni sevindirmek için, kısıtlı öğrenci harçlıklarıyla kuru pasta alıp çay demleyerek hayatımdaki ilk doğum günü partimi düzenlemişlerdi Allah razı olsun. Her şeye rağmen çok güzel günlerdi.
Yatılı okul müdür yardımcımız, çok sevgili, çok değerli ikinci annemiz Esin Esen hocamız ve yatılı okul kardeşlerimle hala görüşebiliyor olmamıza çok seviniyorum. Her dönem bir sebeple aramıza duvarlar örmeye gayret edenlere inat hep görüşmeye, kardeş olmaya devam ederiz inşallah.
_Kanaması Gereken Yaralar _
Tabii ki pişman değilim, olması gereken oluyor zamanı geldiğinde illa ki ancak bundan beş yıl önce yazmaya başladığımda işin bu boyutunu hiç düşünememiştim. Bu yaşta, bunca zorlanmışlıkla hatıralarımı yazmak hiç kolay olmadığı gibi sanki pek iyi bir fikir de değilmiş. Yazmak iyileştirir sözüne inanmakla birlikte iyileşme öncesi yaranın daha da derinleşmesi, illa kanaması gibi bir durum galiba içinde olduğum. Kitabın bir türlü tamamlanamıyor oluşu da bu yüzden muhakkak. Yazmam gerekenlere cesaret edemiyor oluşumdu sebep.
Son günlerde üzerimden silindir geçmiş gibi hissediyorum kendimi. Yazdıkça artıyor ağrılarım. Üç dört saatten fazla uyuyamaz oldum. Bir filmde izlemiştim benzer bir şeyi. Bir adamın küçükken babasına çok kızdığını söyleyebilmesi için yıllarca psikoterapi görmesi gerekmişti. Benim yazmam da böyle bir şey oldu sanıyorum. Bu akşam daha önce cesaret edemediğim için es geçtiğim ancak atlamakla yazmanın amacına ulaşamayacağını da hissettiğim taciz konusu gibi, en az onun kadar derin yaralar bırakan başka bir konuyu da yazma kararı aldım. Üzülenler, kızanlar olacak belki ancak başka üzülecek, bir ömür acı çekecek küçük kızları kurtarma umuduyla yazmak zorundayım.
Yatılı okuldaki ilk yılım sonunda, yaz tatili zamanı geldiğinde eve gitme düşüncesi sevindirmek yerine korkutmaya başlamıştı beni. Ya yeniden alıkoyarlarsa, okuluma göndermezlerse korkusu vardı içimde. Bir numara ağabeyim, köydeki işini gücünü bırakıp Ankara’ya gelerek beni takip ediyor, peşime takılıp nereye gideceğime bakıyor, arkadaşımla postaneye gittim diye “Hani siz hiç dışarı çıkmıyordunuz? Demek bizi kandırıyordun! Hemen al bavulunu eve gidiyoruz.“ diyerek tehdit ediyordu çünkü. Esin hocama koşup yardım istiyordum, o bir şekilde ikna ediyordu ağabeyimi Allah razı olsun.
Sonunda müdür yardımcımız Esin hocama anlattım korkumu. Yaz tatilinde laboratuvarlarda staj yapacak olan üst sınıf ablalarla birlikte gönüllü çalışmak istediğimi söyledim. Esin hocam “Bu zaten son yaz tatilin olacak yavrum, önümüzdeki yazdan itibaren sen de staja kalacaksın, sonra da bir ömür çalışacaksın.” dedi, çok üzüldü halime. Müdürümüz Prof. Nebahat Oktay Kum’a durumu bildireceğini, bir çözüm bulacaklarını da söyledi. Sözlerini tuttular, babam ve bir ağabeyimi okula çağırarak benimle ilgili övgü dolu sözlerle okuldan almaları riskini bertaraf ettiler sağ olsunlar. Allah onlardan ebeden razı olsun.
İkinci yılımda askeri okul kazanarak Ankara’ya gelen dört numara ağabeyime de sıkı sıkı tembih etmişler meğer. Özünde arkadaş gibi, her hafta sonu beni alıp yemeğe, sinemaya, gençlik parkına götüren çok iyi bir ağabey olmasına rağmen o da bazen izni olmadığını, gelemeyeceğini söylüyor fakat gizlice gelip okulun etrafında dolaşarak beni takip ediyordu. Çok benzediğimiz için arkadaşlarım hemen anlıyor “Sakın dışarı çıkma ağabeyin dışarıda.” diyorlardı. Arkadaşlarım çıkıp gezerken bütün hafta sonu yatakhanede tek başıma hapis gibi kalıyordum.
Yatılı okula gelmeden önce, nişandan kurtulduğum yıl üç numara ağabeyimin yemin töreninde gören İzmir'li komutanı istemeye gelmişti annesiyle birlikte. O zaman da evlenmek istemiyorum, okumak istiyorum diyerek feryat ederken bir numara ağabeyim,”Bırak baba ya, bunun böylesini askere vermeye gelmez.” demişti. Birden bir avuç köz düşmüştü sanki yüreğime. Başımdan kaynar su dökülmüştü adeta. Başımı hızlıca çevirip yüzüne bakakalmıştım. Söyleyecek söz bulamamıştım. Ağabeyim bana ne demek istiyordu! Ne hafifliğimi görmüştü ki o yaşımda! Belki de bu yüzden bir askerle evlenmiştim yıllar sonra. O ağabeyime, yirmi yedi yıl asker eşi olarak yaşadım, eşim savaşa bile gitti, aylarca eve gelemedi, başıma gelmedik zorluk kalmadı ama namusuma leke getirmedim diyemedim. Beni çok üzenleri bile üzemedim. O yıllarda başıma getirilenler için kimseye bana bunları neden yaptınız, ne suçum vardı diyemedim. Hep içimde kaldı yaralar, belki de o yüzden kanser oldum.
Bu sadece bana mahsus bir hata da değildi muhakkak. Kız çocuklarını kötülüklerden koruyoruz, terbiye ediyoruz zannıyla onların tertemiz zihinlerine potansiyel günahkar yaftası vurmakla ne büyük zarar veriliyordu. Hatta evlenmek istememe sebebim sorgulanırken başkasıyla ilişkim mi oldu sorusu bile sorulmuştu en çirkin kelimelerle! Henüz sadece on üç yaşımda olduğum halde! Bu nasıl bir acımasızlık, ne kara bir cehaletti! O çirkin soruyu kimin sorduğunu yazmaya gönlüm el vermiyor. Onlara böyle öğretilmişti belki, cehalet kurbanı olmalıydılar. Aradan geçen kırk iki yıla rağmen şu an ellerim titriyor, yüreğim donuyor. Yazmaya başladığım beş yıldır sadece bunları yazabilmek için kendimi terapiye gayret ediyor olabileceğimi hissediyorum. Daha fazla yazamayacağım...
Bu asla kimseden hesap sormak, intikam almak değil. Her şeye rağmen annemi, babamı ve ağabeylerimi çok seviyorum çok şükür. Yazma gayem bundan sonra benzer davranışlarla başka kız çocuklarının sağlığının bozulmaması, geleceklerinin heba olmaması. Yaşadıklarımın bu anlamda hayra vesile olması. Belkide bunları yazabilmem için yaşamam gerekiyordu. Herkes görevini yaptı sadece. Önemli olan geçmişten ibret alabilmemiz ve hatada ısrar edilmemesi, hata tekrarına düşülmemesi. İnşallah.
Güzelim kız çocuklarımıza kıymayalım ne olur! Onları sadece koşulsuz çok sevmek ve güvenmekle koruyabiliriz. Seni çok seviyorum ve sana güveniyorum güzel kızım, ya da kardeşim, ama bazı insanlar çok tehlikeli, lütfen kendine dikkat et dendiğinde o küçük kız kendini nasıl da değerli hisseder. Bu hissedilen değerlilik duygusu ona ömrünce dengede, kendini koruyabilen, sağlıklı, mutlu bir kadın olabilmek için yeter. Ya tersi! Sayısız örnekte olduğu gibi; kendini hep suçlu hissetmiş, sağlığını kaybetmiş, hep üzülmüş, insanlara kendini ispat etme çabasıyla yorulmuş; hatta kendisine yapıştırılan potansiyel günahkar yaftaları nedeniyle bir süre sonra kendisini gerçekten öyle zannederek hatalara düşmüş, heba olmuş kadınlar, hayatlar…
İlla Aşk / Adevviye Şeyda