Annemi  razı etmek deveyi hendekten atlatmaktan daha zordu benim için.
Çünkü aksi ve idareci yönü çok  baskındı.
Ne dil dökersen dök,  kendi doğrularının peşinden koştu.
Öyle ki; Çalıştığı kamu kurumundan emekliliği dolduğu gün ayrıldı.
Nedeni baskıya, emire, otoriteye gelememek. 
Yanlış bir şey gördüğünde amiriymiş memuruymuş vız gelir anneme, tavrını koyar, kendini savunur.
Kamu kurumundaki  hayatından gülerek anlattığı ve hâlâ  şu yaşında unutmadığı bir anısını anlatmak isterim.
Öğlen tatilinde odasında zamanı değerlendirmek için örgü örüyormuş masasının başında önünde daktilosununu kendine  siper ederek..( on parmak yazardı maşallah) 
Genellikle uyumlu iki rengi karıştırırdı, çileleri açmak ve kollarıma dolama işi de evin küçüğü olarak bana düşerdi.
Her neyse konu bu değil, daldırıp  parmaklarını  attıra attıra, şakada şukada örerken, hiç olmayacak bir şey olmuş.
Daire Başkanı ( sonrasında Bakan olmuş) birden odaya girmiş, annem de şaşkınlıkla  elindeki örgüyü  masanın üstüne fırlatınca, o benim sardığım iki renkli yumak, yuvarlana yuvarlana Daire Başkanının ayaklarının önüne kadar gitmiş.
Başkan bir ayaklarının dibindeki yumağa, bir de anneme bakmış ve o tarihi soruyu sormuş.
"Sabahat hanım kolay gelsin, ne örüyorsunuz"?
Annem de alı al moru mor ard arda yutkunarak; "şeey kızıma kazak örüyorum efendim"
"Özür dilerim bağışlayın Devlet Dairesinde olmaz bu işler ama işte yani,  kızım isteyince dayanamadım" deyince Daire Başkanı yere  eğilerek o kartopu gibi önüne yuvarlanan yumağı alarak anneme uzatmış.
Örün örün, sakıncası yok, öğlen tatilini değerlendiriyorsunuz Sabahat hanım, örnekli mi örüyorsunuz?
"Yok Başkanım, iki ters iki düz, su yolu gibi olacak"
"İyi bakalım kolay gelsin"
"Sizi tebrik etmek için gelmiştim, yazılarınız, paragraf başları, kağıttaki  düzen harika, kutluyorum sizi  hiç kusursuz  daktilo yazıyorsunuz"
Annem gururu okşanmış bir şekilde teşekkür etmiş, daha sonra da odasında diğer daktilo yazan memurların şefi olmuş.
Kazak mı?
Bitirtinceye kadar o çocuk yaşımda  akla karayı seçtim. 
Şef oldu ya dairede,  örmesi ne mümkün artık, evde de  biz, daha çok küçüğüz, yemek hazırlama  bulaşık yıkama  işleri.
Televizyon yeni çıkmış bir merakla izleniyor,  bayrak çekilene kadar  izliyoruz tabii, vakit mi kalır kazak örmeye.
Bu geldiğimde albümlerin arasından bularak çıkardığım, Daire arkadaşlarından birinin çektiği fotoğrafını getirince gözleri parladı ve her defasında dinlemekten zevk aldığım bu anekdotu bir kez daha anlattı .
Ana kız karşılıklı güldük.
Onun daha tan ağarmadan işe gidişini, yorgun argın omuzları düşük gelişini ve her aybaşı isteklerimizi karşılamak için çabasını, alamadığında hüznünü  gözlerinden okurdum. 
Nedense o yorgunluğunu, gözlerine çivilenmiş gibi duran hüzünlü bakışlarını  görünce ben bir şey istemezdim.
Bir iki  tişört bir blucinle geçti çocukluğum, bundan da hiç yüksünmedim gocunmadım.
O yıllarda genç kız olan ablam yeni moda upuzun yerleri süpüren  midi etek, üzerine önden bağlı blüz ve her renginden oje aldırırdı, bir de epa, altı  kalın dolgulu  topuklu  ayakkabı.
Nasıl yürürdü onun üzerinde bilmiyorum.
Ellerinden tutar ben yardımcı olurdum ayakkabıya çıkmasına., midi eteğin altında hoş dururdu.
Annem eve gelmeden marleyleri parlatır,  bizi sokağa evi dağıtmayalım diye  çıkarır,  evi temizler ardından da elinden gelen,  bildiği tek şey memleket usulü tarhana çorbası yapardı, içine biraz da haşlanmış yeşil mercimek atardı, sanırım kıyma yerine.
Biliyorum ki bu yüzden ona alınan her şeyi kendine hak edilmiş bir mükâfat olarak görürdü ablam.
Bunda da haklıydı elbette, bize babam öldükten sonra iyi baktı.
Ne zaman anneme gelsem, sanki geçmişe seyahat ediyormuşum gibi hissetme nedenim,  annemin şimdilerde tezgâhlarda  bulunmayan, üstü kahverengi kösele gibi kalın deriden, sayfalarının dört yanı bir fotoğrafı içine alır şekilde açık hazırlanmış,  bir kat parşömen kağıtla korunan, bilmem kaç senesinden kalmış, hazine gibi, açtığınızda tarih kokan bu albümü yüzünden.
Ne kadar uzun bir cümle oldu  değil mi?
Başka türlü nasıl anlatılabilir ki, tarihe seyahat eder gibi, her gördüğümde beni hüzünlendiren bu albüm ve koca koca anılar.
Sanırım annem bu evde her gün o albümleri çıkarıp bakıyor ki ; Bu evden beni hiç bir kuvvet çıkaramaz, burada yaşayacağım,  burada öleceğim diyor.
O albümlere yeniden özenle sayfalarını çevirip baktığımda ona hak vermiyor değilim.
Çocukluk  fotograflarlarından, anneannemle, dedemle,  Çankırı'daki evlerinde çekilmiş, kenarları sırma telli dümdüz  gelinliği ile evlenme fotoğraflarına,  rahmetli babamın tatbikat ve askerlik fotoğraflarına, bizim çocukluk fotoğraflarımıza kadar,  zaman tünelinde  geçmişe canlı bir gezinti gibi bu albüm.
İnsana yaşadığını hissettiriyor.
Anne diyorum, dışarıda da güzel bir hayat var.
Doğaya dokun, kelebeklerin dansını gör çiçeklerin arasında, kuş seslerini dinle, sabah erkenden ötüşlerini, hatta horozun sesiyle uyan bir kez olsun
Yaşamadıklarını yaşa,  usanmadın mı şehir hayatından?  
Ev böylece dursun, söz seni yine getireceğim tapınak gibi gördüğün evine.
Ben de yanında olacağım.
Biz birlikte hayatın zorluklarına   göğüs germeye, birlikte yaşamaya alışığız. 
Bir göz odalardan, rutubet kokan evlerden geldik seninle,  kimseye muhtaç olmadık, mutsuz da olmadık hayret.
Sen çalıştın çabaladın  bize baktın,  ben yıllar sonra Allaha şükür işe girdim  sana baktım.
Şimdi yaşatma sırası bende.
Karınca kararınca, elinizdeki ile yetinip, güzel günler görebiliriz.
Zamanımız ne kadar varsa, ne kadar kaldıysa.
Herkes terkettim gittim sanıyor.
Sen benim diğer yanımsın, sol yanım, yüreğim.
Gelmeyen,  beni terk eden  sendin.
Yürek atışımı duymak için hep  sana koştum.
Artık hasrete bir son vermenin zamanı geldi de geçiyor.
Seni buralardan götüreceğim  Allahın izniyle.
Bakma bana öyle ters ters.
Tamam anladım.
Söz.
Vazgeçemediğin çocukluk ve gençlik  fotoğraflarını, çocukluğumun akasya ağaçları gibi kokan, ya da öyle hissettiğim  albümünü de götürelim.
Bakar bakar,  denizin kenarında nefeslenir, yaşadığımızı hissederiz.
Haydi gidelim anne..( neşe)