Yatık emine en çok duygulandığım filmlerden biridir. Hikâyesini de okudum. Ankara'da fahişelik ettiği için iki saat ötedeki bir kasabaya sürgün edilen Emine'nin trajedisi anlatılır. Asıl adı Yanık Emine'dir, kötü yola düştükten sonra Yatık Emine olur. Bu filmi iki türlü okumak gerekir. Birincisi kötü yola düşmüş güzel bir kadının trajedisi, ikincisi toplumun acımasızlığı...
Filmin kahramanı Emine cahil ama güzel bir kadındır ve güzelliği kendisi için bir musibettir. Çünkü peçesine kaldırınca yalnızca siyah gözleri dahi erkeklerin yüreğini hoplatır. Şimdi kadınlar "gözlerin de kışkırtıcılığı mı olur?" diye sorabilirler. "Avradını boşayan topuğuna bakmaz" atasözünün kabul gördüğü kapalı bir toplumu düşünün. Kadının topuğunun erkeğin ilgisini çektiğini ve boşama sırasında belirleyiciliği olduğunu düşünün. Böylesi bir durumda kadının gözü, yüzü kışkırtıcı olmaz mı? Koca bir Divan edebiyatı kadının gözüne, kaşına, yüzüne, dudağına, gülüşüne, endamına methiyeler dizmiştir. Kadının doğada benzetilmediği canlı bitki ve nesne kalmamıştır...
Güzellik değil kadın, erkek için dahi bir bela, bir musibettir. Örneğin Hz. Yusuf'un başına gelen bütün belalar güzelliği yüzündendir. Kardeşlerinden daha yakışıklı olması yüzünden kıskançlık duyulup öldürülmek istenir, yakışıklı bir köle olarak Züleyha'nın iftirasına uğrar ve zindana düşer... Cazibe ve güzellikle özdeşleşen kadınlar için daha da büyük bir beladır. Siz bakmayın Veysel'in "güzelliğin on para etmez bu bendeki aşk olmazsa" dediğine. Hele kadın güzel olmasın kim bakar yüzüne? "Güzelin düşmanı çoktur" diye yaygın bir söz vardır. Güzellik her zaman ilgi çeker. Çünkü aşkı yaratan güzelliktir. İnsan, güzel olunca bir oduna veya bir taşa dahi aşık olabilir...
Güzellik hem kadın hem erkek için beladır. Bir atasözünde "yiğit adamın eşi çirkin gerekir" diye geçer. Çünkü güzel bir kadına sahip olmak hem talih hem beladır. Bir türkü de "güzel sevenin başı belasız olmaz" diye geçer. Yatık Emine adı zikredilmeyen mutaassıp bir kasabaya sürgün edilir. Bunun da gerekçesi vardır. Birincisi fahişelik yapan Emine genel ahlak kurallarının dışına çıkmıştır, onu, ahlaki yapısı sağlam, mutaassıp bir kasabaya göndererek ıslah edileceği düşünülür. Ayrıca Emine iyi niyetli bir kadındır. Ruhu temiz ama bedeni fahişedir. (Bazı kadınların da ruhu fahişe bedeni temizdir) İkincisi mütedeyyin bu kasaba Emine'yi diğer açık şehirler gibi ahlak dışı kullanmaz diye düşünülür. Osmanlı'dan kalan bu mantık halen devam eder. Örneğin suçlu bir komünist cezalandırıldığında Urfa veya Konya gibi dindar şehirlere sürgün edilir. Abdülhamit karşıtı İttihatçılar ise padişah yanlısı şehirlere... Örneğin Hamidiye Alayı komutanı İbrahim Paşa'nın hakim olduğu Urfa İttihatçı sürgünler yurdudur. (Bu sürgünler üzerinde ayrıca durmak gerekir) Ancak Emine kasabaya ayak basar basmaz erkekler aç kurtlar gibi saldırıya geçer, bu güzel kadına sahip olmak için her yola başvururlar. Ev tutmak ister kimse ev vermez. Emine hastanede bakıcılık yaparken hastane idare memuru sürmeli gözlü, yanık yüzlü yeni evlenmiş olan kırk yaşlarındaki Urfalı dahi Emine'yi gözüne kestirmiştir. Onun hastanede çalışması herkesin ilgisini çeker ve herkes birbirinden şüphelenir. En çok da Emine'ye tutulmuş olduğuna inandıkları Urfalı hastane memurunun onunla ilişkisi olup olmadığını düşünürler. Bazılarının zihninde "acaba hastane memuru Yatık Emine'ye mi tutulmuştu? Kâfir Urfalı, daha yeni de evlenmişti, fakat ona bir karı, beş karı yetişir mi?" sorusu ve kanaati hakimdir. İlginç olan hizmetçi olarak verildiği evin beyi de Emine'ye musallat olur, kadınlar tarafından dövülüp kovulur. Kaldığı mahallede kadınlar güzel Emine'yi kıskanır erkeklerini yoldan çıkarır korkusuna kapılıp, düşman olurlar. Emine hemcinsleri için artık bir günah keçisidir. Erkekler için sofralarına düşecek bir av! Böylesine bir toplumda sürgününü yaşayan Emine'yi ne erkekler rahat bırakır ne kadınlar! Erkekler şehvetlerinin, kadınlar kıskançlıklarının esiri olarak onu kasabanın dışında kaldığı evde açlığa mahkum ederler. Emine'ye aman vermeyen kıskanç kadınlar adeta onun kurdu olurlar. "İnsan insanın kurdudur" gerçeği burada kendisini fazlasıyla gösterir "kadın kadının kurdudur" gerçeğine dönüşür. Eve zorla girip faydalanmak isteyen erkekler de ise zaten acıma yoktur. Yıl 1918'dir. Osmanlının yıkılış dönemidir. Açlık yoksulluk ve kanunsuzluk hâkimdir. Emine kaldığı evden dışarı çıkamaz. Bir nevi abluka altındadır. Günde bir ekmekle karnını doyurmak ister ancak karnı doymaz. Ona yardımcı olan ve ekmeğini günde iki taneye çıkaran subayın da onunla ilgilenmesi den rahatsız olurlar ve tayinini başka bir yere çıkarırlar. Böylece Emine'ye verilen bir parça ekmek de kesilmiş olur. Emine filmin sonunda açlıktan ölür. Islah edilmek için sürgün edildiği kasaba Emine'ye mezar olur.
Bu filmde toplumun acımasızlığı, ikiyüzlülüğü bütün çıplaklığıyla anlatılır. Bu hikâyede çok övdüğümüz Anadolu halkının başka bir yüzünü görürüz. Bu yüzden hikaye yayınlandığında tartışmalara neden olur, uzun yıllar bu tartışmalar sürer. Aynı tartışmayı Anadolu köylüsünü eleştirel olarak anlatan Yakup Kadri'nin Yaban romanı yayınlandığında görürüz. Refik Halit Karay'ın kaleme aldığı Yatık Emine, bana göre Türk hikayesi içinde özel bir yere sahiptir. Bir kadın olgusu üzerinden, bir toplumu ve bir devri karikatürize etmiş, kendi içimize ayna tutmuştur. Bu hikayeyi okuduktan yıllar sonra bir hayat kadınına kötü duruma nasıl düştüğünü sorduğumda bana "benim cahilliğimden toplumun acımasızlığından" diye cevap vermişti. O anda Yatık Emine'yi hatırladım. Emine bir hikayede yaşamıyor, ete kemiğe bürünmüş karşımda duruyordu. Hatta İstanbul Beyoğlu'nda, Ankara Çankırı caddesinde belki bir başka şehrimizin işlek bir kaldırımında, belki de o çok dindar diye tanımladığımız şehirlerimizin herkese açık ama devlete kapalı kuytu evlerinde müşteri bekliyorlardı. Memleket Hikâyelerinde ölüme mahkum olan Yatık Emine, yıllar sonra edebiyatta bu defa başka bir şekilde tasvir edilir. Bu defa yıl 1970 veya 80’lerdir. Ece Ayhan'ın Yort Savrullar'ında "Çanakkaleli Melahat" olarak karşımıza çıkar. Artık Osmanlı'dan Cumhuriyete geçilmiştir. Çanakkaleli Melahat ne Yatık Emine'ye benzer ne de "Vesikalı Yarim" in güzel ve hüzünlü Sabiha'sına... Nobel ödüllü Marguez'in "Benim Hüzünlü Oruspularım"a de benzemez. Bırakın fahişelik yüzünden sürgün edilmeyi artık şehirlerin gelişmişliğinin işareti olarak eğlence mekânlarının makbul kadınlarını sembolize ederler. Çünkü şehirlerin gelişmişliği fahişeler ve suçların büyüklüğüyle ölçülmektedir artık. Fahişeler artık şehirlerin süsüdürler. Bu yüzden hayat kadınlarını temsilen Çanakkaleli Melahat'ın anıtının dikilmesini ister Ece Ayhan. Ve "Çanakkale geçilir Melahat geçilmez" diye haykırır. Her gün biraz daha Melahatların çoğaldığı günümüzde Emineler güzellikleri ve cahillikleri yüzünden düşmeye devam ediyor. Bu düşüşler Yatık Emine hikâyesinde olduğu gibi cehalet, toplumun acımasızlığı ve ikiyüzlülük çerçevesinde anlatılmadığı müddetçe kadının trajedisi devam eder...
Bugün farklı bir noktaya evirilen kadın sorununu boşanma, intihar, cinayet ve aldatma üzerinden hikayeleştirmemiz gerekir. Bunun içinde Refik Halit Karay çapında yazarlarımızın olması gerekir...