"Yaşadığı toprakların aydını olmanın temel şartları, bu bilgiler ışığında düşünmektir."
Prf.Alemdar yalçın
YAŞADIĞIMIZ TOPRAKLAR TEKİN DEĞİL...
“Sanmanın çok azı doğruysa da çoğu yanlıştır; bu çok yanlıştan bizi kim koruyacak?”
Yaşadığımız topraklar tekin değil. Binlerce yılın üst üste binmiş tütsülerle kaplı olayları, üzerimize bir kavramlar kargaşası olarak geliyor. Çünkü yaşadığımız topraklar tekin değil. Binlerce yıllık bir dönem içinde bütün yaşayanların geride bıraktıkları izlerden, onların serüvenlerinin bir tütsü gibi çevreye yayıldığını görüyoruz.
Bu renkli ve renkleri birbirine karışmış tütsüler arasında yaşıyor, bu tütsüler arasından bakıyor, bu tütsüler arasından gelen bin bir koku ile yönümüzü bulmaya çalışıyoruz... Bu yüzden zaman zaman sert tartışmalar görüş ayrıklıkları ile birbirimize acı çektiriyoruz.
Evet yaşadığımız topraklar tekin değil. Bir ilkbahar günü karları yeni erimiş bir toprağın kabararak etrafına buğular saçması gibi, yaşadığımız topraklar sürekli buğu yayıyor ve biz buğular arasından gerçeğimizi bulmaya, önümüzü görmeye çalışıyoruz. Yaşadığımız toprakların gerçeğini bilmeden, onları birbirinden ayırmadan; ama sürekli etkisinde kalarak yaşamaya çalışıyoruz. Geleceğe doğru baktığımız zaman bizi Anadolu topraklarından biteviye yayılan bu buğular etkiliyor. Bugünü değerlendirirken kat kat tül perdeler gibi beynimize ve ruhumuza gerilmiş olan buğular bakışlarımıza kararsızlık ışıkları dolduruyor.
Bu buğular arasında günümüz batı uygarlığının romantik bir gözlemle değerlendirdiği antik çağ kalıntıları, Anadolu topraklarının iğreti çocukları olduğumuzu göstermek için kullanılıyor.
Dünyanın en ücra köşesinde yaşayan bir Katolik, bir Protestan, bir Anglikan, bir Evangelist, bir Püriten veya bir Musevi imanının köklerini bulduğu Anadolu’nun bir yöresine kıskanç bir iman coşkusu içinde bakıyor. Bazen içinden yetiştirdiği siyasetçi, edebiyatçı veya yazar, bu buğular tüten topraklarda bizim bir fazlalık olduğumuzu düşünüyor, söylüyor ve yazıyor.
Bu gerçeği bilmeliyiz: Topraklarımızdan çıkarak başka toplumlara ve topraklara doğru yayılan buğunun gerçek hikâyesini bilmeliyiz. Çünkü yaşadığımız topraklar tekin değil. Bu buğuların başka topraklardaki insanları büyüleyerek bizim yaşadığımız topraklara çektiğini bilmeliyiz. Öncelikle biz aydınlar, aydınların sezgileri en güçlü damarı olan edebiyatçılar bunu bilmeliyiz. Yoksa bu büyülü ve bin bir renkli olağanüstü buğu, başka insanların yaşadığımız topraklara akın etmesine sebep olacak…
Gözümüz, önce kendimizde, zaaflarımız ve üstünlüklerimizin keşfinde, sonra üzerinde yaşadığımız toprakların geçmişinde olmalı. Yanlışlarıyla ve doğrularıyla bu topraklarda yaşamış insanların ruhlarının “buhurdan gibi tüttüğünü”, bunun bizi ve yeryüzünün ummadığımız en ücra köşesindeki insanların gözlerini güzelim topraklara çektiğini bilmeliyiz.
Efsanelerin, büyük sanat eserlerinin, kökleri bu topraklara kadar uzanan çağımız anlayışlarının, öz suyunu aldıkları dört mevsim, dört yön, dört ışıkla aydınlatılan bir sahnede yaşadığımızın farkında olmalıyız. Gökyüzünün mavilikleri ile Akdeniz’in maviliklerini kendisine yatak ve yorgan yapan bu topraklarda, bir anlık uykunun büyük bir kâbusla uyanmak olduğunu unutmamalıyız.
Bu kabusun işaret fişeklerini zaman zaman Victor Hugo “İnsanlığın Tarihi” isimli uzun şiirlerinde atarken, Lord Byron ruhunda bize karşı duyduğu öfkeyi zehirli bir kurşuna dönüştürerek askerlerimize ateş etmekten kaçınmaz. Baudelaire Midilli Adası’ndan baktığı zaman gizemli güzelliklerin anıtı Kaz Dağlarına tutkulu bir sahibi gibi davranır. Bize bu güzellikleri umarsızca sömüren barbarlar gözüyle bakar… Sonunda bir dünya gücü haline gelmiş bir devletin başbakanı bizi Küçük Asya topraklarından sürerek Anadolu’nun şiirsel güzelliğini başka toplumlara altın bir tepside sunmak ister..
Yaşadığımız topraklar tekin değil. Bizi bir ölüm uykusuna yatırabilir... Bizi, geçici zevklerin ormanında, yolunu kaybeden masal kahramanları gibi devlerin kucağına atabilir. Bizi, topraklarımızın çıkardığı buğulardan etkilenen komşularımızın ayaklarının altına serebilir. Kuzeyden, güneyden, doğudan ve batıdan her an gelebilecek bu koşu karşısında uyanık olmalıyız...
Evet Anadolu topraklarına yüz yıllardır her yönden sürekli bir koşu var. Bu koşu bazen son derece masumane ve yürek yaralayıcı, çaresiz bir koşudur. Onları kapınızda bekletmeye insanlığınız vicdanınız el vermez. Bu koşu bazen çok sinsice ve düşmanca bir koşudur ve Anadolu toprakları üzerinde mahmur gözleriyle gerçekleri göremeyenleri ansız çarpar, sürükler ve yok eder.
Yaşadığımız topraklar bazı inançların kutsal yolculuklarının köprüsü olarak kutsanır. Tarsus’lu Saint Paul’ün Ön Asya topraklarından aldığı inançları Efes, Atina, Korintos ve Roma’ya taşıdığı bir yolun köprübaşını oluşturur. Saint Paul’ün günümüzde Efeslilere mektup getiren artık binlerce Tihikos’u var.
Ekonomik ve siyasal gücü elinde bulunduran Aziz Saint Paul tutkunları onun kat ettiği bu kutsal yolu yeniden canlandırmak için kolları sıvarlar. Bakire Meryem’in yaşadığı kabul edilen Anadolu topraklarının bir kartal yuvasını andıran güzelliği, artık başka ülkelerin, başka dinlerin kutsal hac ziyaret merkezi olur. Her ziyaretçi, biz yaşadığımız toprakları bilmediğimiz, topraklarımızla barışmadığımız ve onun üzerinde kollarımızı birleştirmediğimiz sürece bize bambaşka hatta düşmanca bir gözle bakarlar.
Uçsuz bucaksız Harran ve Urfa Ovası, siz sadece bolluğun ve bereketin kaynağı olarak insanlara ev sahipliği yapmıyorsunuz. İnançların ibadet merkezi olarak bir buhurdan içinden bütün dünyaya yayılan büyüleyici tütsüler yayıyorsunuz. Bir yandan Sabilerin yüksek bilgi birikimini, bir yandan Süryani ve Nasturi rahiplerinin gizemli büyülerini bir ayna gibi yansıtıyorsunuz. Bir taraftan İsa’nın dinmeyen acısını bir taraftan Yakub’un tanrısı ile buluşmasının destansı hikayesini sırtınızda taşıyorsunuz. O acı ve destansı hikayeler her Pazar ve her Cumartesi milyonlarca inanmış tarafından coşkuyla anılıyor ve Anadolu toprakları kutsanıyor. Anadolu topraklarının her kutsanışı bizi bu topraklarda her an kiraladığı evi boşaltması istenen bir kiracı konumuna koymak istiyor.
Yaşadığımız toprakların hakkını vermeliyiz. Büyük bir sınav öncesi, heyecanını kontrol etmek için kendi kendisiyle sürekli olarak konuşan öğrenciler gibi aydınlar ve sanatçılar yetiştirmeliyiz. Ruhumuzla, bedenimizle, duygularımız ve düşüncelerimizle sürekli savaşarak yaşadığımız toprakları hak etmeliyiz.
Bir yağmur damlası gibi düştük Anadolu topraklarına… Yağmur ve toprak; biz ve Anadolu, hiçbir zaman birbirine bu kadar yakışmamıştır. Biz Anadolu ile evliyiz… Et ve tırnak gibi kenetliyiz. Kanımız, canımız ve terimiz onun topraklarında yoğrularak bin bir güzellik yarattı..
Ama yaşadığımız topraklar tekin değil. Huysuz ve cins bir at gibi binicisini üstünden atabilir. Daha önce bir anlık gaflet uykusuna dalan bizden önceki insanları sırtından acımadan attığı gibi. Anadolu toprakları kendisine, onu kuşatacak, kucaklayacak ve yükseltecek sahipler ister..
Evet yaşadığımız topraklar tekin değil. O zihnen ve bedenen güçlü omuzlar ister. Toplumun kullandığı dili gerektiğinde bir ok gibi, bir zıpkın gibi, yaz ortasında rehavete düşmüş yarı uykulu insanlar üzerine dökülen buzlu su gibi kullanacak aydınlar ve sanatçılar ister. İçinden çıktığı toplumu uyuşukluğa değil dipdiri bir uyanıklığa yönlendiren kılavuzlar, öncüler ister. Mademki gökyüzünün kapıları sonsuza kadar insanoğlu için kilitlendi; o kapının ötesindeki gerçekleri sezecek ve insanlara anlatacak ruhlar, beyinler ve bedenler ve bedenler ister. Son uyarılışın ölümsüz önermelerini kendisine bir ışık olarak görecek aydınlar sanatçılar ister…
Yaşadığımız toprakları ölümsüz hayat pınarları hâline getirecek olan sanatçılar yetiştirmeliyiz. Onlar doğunun, batının, kuzeyin, güneyin yıkıcı gücünden, kötülüklerinden ve geçmişin acı sularından arınmış duru, temiz sularını akıtan pınarlar gibi sözleriyle bizi sımsıkı sarmalı. Evrenin en güzel sözleriyle ruhumuzu diri tutacak eserlerle bizi kucaklamalı.
O aydınlar ki dili, güzellikleri ve gücü bilerek veya bilmeyerek insanlara tuzak gibi kullananların elinden almalı… Eşsiz güzellikteki ve berraklıktaki dilimizi büyük bir ustalıkla ve yalnızca içinden çıktığı toplumun iyiliği için kullanmalı... Yaşadığımız toprakların bize ödeteceği en kutsal bedel işte budur. Bu bedel hem aydının hem toplumumuzun sonsuzluk suyu olacaktır. Onu içen Anadolu topraklarında sihirli bir güce sahip masal kahramanları gibi dünyanın bütün iyi insanlarının koruyucusu olacaktır. Artık Anadolu insanı uyanık ve dip diri geçmişi ve geleceği kucaklamış çevresinin hayranlıkla izlediği bir zafer kahramanı gibi sessiz ve alçak gönüllü bir biçimde eserlerini seyredecektir. Bunun için de dünyanın hiçbir bölgesindeki topraklarda görmediğimiz, buğulu ve esrarengiz olduğu kadar da çekici bir geçmişi anlatan topraklarımızı iyi tanımalıyız. Geleceğimizi, bu buğulu toprakları doğru değerlendirerek, acılardan ve kötülüklerden arınmış olarak kurabiliriz.
(Yazarın "Anadolu Ezgisi" isimli kitabından alınmıştır.)