Her milletin iyi taraflarının yanında kendine özgü bazı zayıf tarafları da vardır. Bana göre Türk milletinin en zayıf noktalarından birisi, yabancı kültürlere gereğinden fazla açık olması ve kendi kültüründen çok yabancı kültürlere önem vermesidir. Tarih boyu böyle olmuş ve maalesef böyle olmaya da devam ediyor. Özentiden ve aşırı tavizkar kültür politikalarından bir türlü vazgeçemiyoruz.
Evet... Atalarımız Orta Asya’da yaşarken Çin ve Rus kültürünün tesirinde kalmışlar. Sonra Anadolu’ya gelirken İran ve Arap kültürlerinin tesirinde kalmışlar. İki büyük Türk devletinde maalesef Türkçe üvey evlat muamelesi görmüş. Selçuklular döneminde Farsça birinci lisan, Arapça ikinci lisan, Türkçe üçüncü lisan imiş. Osmanlı döneminde ise Arapça birinci lisan, Farsça ikinci lisan, Türkçe ise yine üçüncü lisan olmuş. Böylece Türkçe, hem Arapça nın ve Farsça’nın istilasına uğramış, hem de onların gölgesinde kalarak üçüncü plana düşmüştür.. Bunun sonucunda da, Osmanlı Sarayı ve çevresinde aydın tabaka arasında Osmanlıca adı altında apayrı bir lehçe yada yapay bir karma dil ortaya çıkmış. Avam tabakası arasında da benzeri bir lisan ortaya çıkmıştır.
Maalesef bu yanlış politikaların bedelleri de çok ağır bir biçimde ödenmiş.
Bakınız 13.-14. yüzyıllarda yaşayan Aşık Paşa bu konuda ne diyor:
Türk diline kimseler bakmaz idi,
Türklere her giz gönül akmaz idi.
Türk dahi bilmez idi bu yolları,
İnce yolu, ol ulu menzilleri.
Bu yanlış politika maalesef bugün de hala önemli ölçüde devam etmektedir. Batılılaşma adına gün be gün özümüzden uzaklaşmakta ve kendimize yabancılaşmaktayız. Geçmişte Çince, Farsça ve Arapça'nın taarruzuna uğrayan Türkçe’miz, bugün ise maalesef İngilizce, Almanca ve Fransızca gibi batı dillerinin taarruzu altındadır. Yabancı dillerden kelimeler kullanmak moda haline geldi. Dilimizi yabancı kelimeler istila etti. Bakkal'ın yerini market, lokanta’nın yerini Restorant, Büyük Mağaza’nın yerini Şow Rom, Sunucu’nun yerini Spiker, büyüğün yerini mega, küçüğün yerini mikro, sevimli’nin yerini sempatik, sevimsiz’in yerini antipatik, torba’nın yerini poşet, nakit’in yerini likit aldı. Daha neler neler... Giyim kuşamımızda ve günlük yaşantımızda da aynı özenti ve taklitçiliğin içerisinde yüzüp gidiyoruz.
İşyerlerinde Türkçe isimler bulmak zor hale geldi. Bilim adamlarımızın ve yazarlarımızın çoğu yabancı kelime kullanmayı marifet sayıyorlar. Vin vin, Think-thank, metafizik, normatif, seküler, realizm, siberuzay, siberkült, paradigma, interaktif, agonistik, diyalojik ve buna benzer bir sürü kelimeyi sıralayıp duruyorlar. Tabii ki bunları çoğumuz anlamakta güçlük çekiyoruz. Belki de bazen “Acaba biz cahil mi kaldık ?” diye düşünüyoruz. Halbuki asıl cahil olanlar, bu kelimeleri gereksiz ve sorumsuz bir biçimde kullananlardır.
Yani dün nasıl yanlış yaptıysak, bugün de aynısını, belki de çok daha fazlasını yapıyoruz. Tabii ki bunun doğurduğu sıkıntıları da yaşamaya devam ediyoruz. Kültür emperyalizmi tıpkı bir ahtapot gibi bizi kollarının arasına almış, yok etmeye çalışıyor.
Türk tarihini incelediğimizde milli kültürümüze sahip çıkan ve aşırı tavizkar kültür politikası uygulamayan üç istisnai devlet adamı ve yönetimi gözümüze çarpıyor. Bunlar sırasıyla; Bilge Kağan, Karamanoğlu Mehmet Bey ve Atatürk'dür.
Bilge Kağan, 8. Yüzyılda Göktürk Kitabelerinde bakın ne diyor:
"Ben ...... Türk Bilge Kağan, ....... Ey milletim, ey hanedanım ! Sözlerimi dikkatle dinle!
............. Çinliler'in altınına, gümüşüne, ipeğine, tatlı sözüne değerli hediyesine kapılmadım. Bunlara kapılan ne kadar Türk'ün öldüğünü, Çin boyunduruğuna düştüğünü unutmadım. ........
.......... Sonradan bilgisiz, kötü kağanlar Türk tahtına oturdular. Onların kötü idaresi ve Çinlilerin hilesi yüzünden Türk milleti zengin ülkelerini kaybetti. Türk kağanlarının cihanı tutan şevketi mazi oldu.
Bu yüzden Çinlilere beylik eden Türk kişizadeleri köle, Türk kızları cariye oldu. Türk beyleri, şanlı isimlerini bıraktı, Çince isimler kullanmaya başladı. Türkler, Çin kağanına tabi olup elli yıl onun acıklı ve utandırıcı idaresinde yaşadılar.
Fakat Gök Tanrı, Türk'ün bu haline acıdı;.........................
Ey Türk Oğuz beyleri ! Üstten gök çökmedikçe, alttan yer delinmedikçe, bil ki, Türk Milleti, Türk yurdu, Türk Devleti, Türk töresi bozulmaz. Ey ölümsüz Türk Milleti ! Kendine dön ! Su gibi akıttığın kanına, dağlar gibi yığdığın kemiklerine layık ol ! ..........”
Evet... Bu kitabe sanki yüzyıllar öncesinden günümüze yazılmış bir uyarı mektubu gibi.
Şimdi bir de Karamanoğlu Mehmet Bey'in 1277'de yayınladığı fermanda yer alan ifadelere bakalım:
"Bu günden sonra divanda, dergahta, bargahta, mecliste, meydanda Türkçe'den başka dil konuşulmaya......"
Her fırsatta İngilizce konuşmaya heveslenen ve bunu bir marifet sananların kulakları çınlasın.
“-Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür.” Diyen Mustafa Kemal Atatürk de milli kültürümüzün ve dilimizin korunup geliştirilmesi konularında çok önemli çalışmalar yaptırmıştır.
Günümüzde olumlu gelişmeler yok mu ? Tabii ki var. Türk Dil Kurumu güzel çalışmalar yapıyor. Dilimizi istila eden yabancı kelimelerin Türkçe karşılıklarını tespit edip yayınlıyor. TDK’nun yayınladığı sözlükleri incelediğimizde yabancı kelimelere çoğunlukla güzel karşılıklar bulunduğunu görüyoruz. Mesela doping:uyarıcı, sempozyum:bilgi şöleni, seksiyon:bölüm gibi. Ama bazı kelimelere bulunan karşılıkların pek uymadığını söyleyebilirim. Ya da en azından bana öyle geliyor. Mesela; mikro ekonomi: birinci ekonomi, slogan: uran, spekülatör: vurguncu, lobi: dalan örneklerinde olduğu gibi bazı kelimelerin karşılıkları bana göre pek uymuyor.
Esasen kelimelerin en güzelleri masa başında değil de millet laboratuarında üretilenleridir. Hele hele özellikle kadınlarımızın her biri sanki birer dil uzmanıdır. Dili en güzel onlar korurlar, en güzel onlar konuşurlar ve en güzel kelimeleri onlar üretirler. Televizyon’un yeni çıktığı yıllarda, rahmetli anam baktım ki Televizyon’a, “Televizin” diyor. Şöyle bir düşündüm ki, anam farkında olmadan aslı Fransızca olan Televizyon kelimesini bir dil uzmanı ustalığıyla bir çırpıda Türkçeleştirmiş. Hem de nasıl ? Te-le-vi-zin. Bakın Türkçe ses uyumuna nasıl da uyuyor. İnce sesle başlıyor, ince sesle bitiyor. Halbuki Te-le-viz-yon, ince sesle başlayıp kalın sesle bitiyor. Yani, “Ben Türkçe değilim, ben Türk’ün ağzına pek yakışmıyorum.” diye bas bas bağırıyor. Öyleyse yabancı kelimelere tam uyan karşılıklar bulunamadığında, zorlama yoluyla kelime üretme yerine, o kelimeyi Türkçe’ye uyumlu hale getirsek, acaba doğru olmaz mı diye düşünüyorum. Tabii ki biz sadece öneriyor ve işin esas uzmanları olan dilcilerimizin takdirlerine bırakıyoruz.
Türk Dil Kurumu’nun dil konusunda güzel çalışmalar yapıyor olması bence yeterli değil. Esas olan milletimizin kendi diline ve kendi kültürüne sahip çıkmasıdır. Yer yüzünde ebediyete kadar yaşamanın başka yolunun olmadığını aklımızdan çıkarmamalıyız. Millet olarak eriyip yok olmak istemiyorsak, özentiden ve taklitçilikten vazgeçmeli, özümüze sahip çıkmalı, dilimizi ve tüm kültür değerlerimizi koruyup geliştirmede çok hassas davranmalıyız, diyorum.
Mustafa SUCU