Tütün tarlasını meyve bahçesine çevirdim. Benden önceki sahibi tütün dikiyordu. Ben aldım, 50 metrelik kuyu açtım. Çevresini kapattım. İki yüzden fazla meyve fidesi diktim. Elektrik çektim. Tuvalet ve küçücük bir mutfak yaptım. Beni uzaktan takip eden adam iş bittikten sonra geldi, "Paranın verdiği imkân," deyince çok kızdım. Parayla hiç ilgisi yoktu. Tamamıyla bakışla, anlayışla ilgiliydi. Benden aldığı para ile evinin yanındaki tarlayı bundan daha güzel bir bahçeye dönüştüreceğine, kapının önündeki traktörü yeniledi. Anlattım, ama kafası almadı. Doğru olduğunu başıyla onayladı, hayata geçirmenin zorluğunu anlattı.
Sebebini biliyordum. Kararı kendisi vermiyordu çünkü. Eşi, çocukları ve başkalarının hoşuna gidecek yahut onları kıskandıracak bir harcama yapması için kalbini ve aklını baskılayan duygular karar veriyordu onun yerine.
Bahçenin çevresini akasya ile çevirdim. Tuvalet tarlanın öteki ucunda ve 3 metrelik çukurun üstündeydi. Yolun karşı tarafından geçen suyu borularla mutfağa, oradan da tuvalete bağladım.
Şebekeden aldığım suyu sulamada kullanmıyordum. Mutfağın yanına yüksekçe bir platformun üzerine yerleştirdiğim, içini kuyudan doldurduğum tankın suyu ile suluyordum.
Birkaç hafta içinde yemyeşil oldu. Ağaçları gören kuşlar anında üşüştüler. Cıvıl cıvıl oldu. Kuşlar, böcekler, yılanlarla doldu. Bastığında sünger gibi gömüldüğüm toprağı çıplak ayakla gezmek inanılmaz keyifliydi.
Havalar ısınmaya başlayınca sulamayı arttırdım. Parmağım kalınlığında borular çektim. Ağaçların dibinde ayarını benim verdiğim memelerden su damlıyordu.
Akşama kadar toprak çamurlaşıyordu.
Kuşlar da içiyorlardı. Karıncalar, böcekler, yılanlar da içiyordu.
Kuyuda kullandığımız su çukurunun toprağında kışı geçiren yılanı öldürdük. Parça parça ettik. Her bir parça dakikalarca kıvrıldı. Sonradan o kadar üzüldüm ki.
Havalar ısınınca otlandı. Mutfağın inşasında bana taş getiren Abuzer iki defa sürdü. Ağaçlar küçük olunca rahat sürdü. Buna rağmen hatırım için geldiğini söyledi durdu. Bir daha gelmez diye geçiriyordum aklımdan.
Sonbaharda zeytin ve mazı dışındakiler yapraklarını döktü. Kış sert geçti. Don ve kar eksik olmadı. Ağaçlar zarar görür diye korktum, ama olmadı. Korktuğum başıma gelmedi. Ucuz atlattık. Don korkuttuysa da kar sevindirdi. Usul usul eriyen kar toprağın derinliklerine inerek kuyuyu besledi.
Abuzer’i aradım, başlarını henüz çıkaran otların tarlayı kaplamadan sürmesini istedim.
Önce işi olduğunu söyledi, gelmedi. Ben uyduruyor, gelmek istemiyor dedim, ama ertesi gün aradı, kapıyı açık bırakmamı istedi.
Kapının kilidini açtım, onu bekledim.
Az sonra geldi. Nasıl sevindim.
“Sen git, işine bak, ben bitirir sana haber veririm,” deyince birkaç dakika onu seyrettikten sonra ayrıldım.
Ağaçlara zarar vermemek için çok uğraş veriyordu. Özellikle dönüşlerde bir hayli zorlanıyordu. Yerinde olsam kesinlikle gelmezdim, çünkü gerçekten meşakkatliydi. Değmezdi.
Abuzer’i üzmemek ve kaçırmamak için verdiğim çabayı anlatamam.
Yaklaşık 3 saat sonra bitirdiğini düşünerek yola düştüm.
Vardığımda yoktu. İşi bitirmiş gitmişti. Acıkmıştır diyerek yolda aldığım dürüm, ayran ve halka tatlı elimde bahçeyi baştanbaşa gezdim.
Mutfağın çaprazına düşen kayısı ağacının birini dönüş sırasında olmalı, yerinden sökmüştü. Üzüldüm, ama yapacak bir şey yoktu. Bu kadar ağaç arasından yılan gibi kıvrılarak toprağı sürmek maharet isterdi. Sonbahara yenisini dikerim diyerek geçiştirdim.
Ücretini almak için gelmesini bekledim, ses çıkmadı. İşi var, fırsatını bulursa gelir diyerek birkaç gün daha bekledim.
On gün sonra ben aradım.
“Utanıyorum,” dedi.
“Neden?” dedim
“Ağacın birini söktüm ya, ondan. Para istemeye yüzüm tutmadı.”
Vah Abuzer. Bu ne incelik? Bu ne zarafet? Ben bir daha gelmez diye her dediğine razı iken, o kazara söktüğü ağacın utancından hakkı olan parayı almaya utanıyor.
“Hayır, olmaz, istemeden olmuş. Gel, paranı al. Ya da yerini söyle ben getireyim,” dedim, tatlıya bağladık.
Bir gün, bir hafta, bir ay, bir yıl, Abuzer yok.
Ben de aramadım. Sebebini bilmiyorum, ama aramadım.
Olmadı, her zaman takıldığı mahallede, traktörü durduğu sokağa gittim.
Yoktu. Fırına, bakkala sordum tanımadılar.
İlginç, yok.
Yolun karşı tarafındaki markete sordum, tanıdı.
“Abuzer ha…” dedi, iç çekti.
Anladım, ama konuşmasını bekledim.
“Geçen yıl öldü,” dedi.
Başımdan kaynar sular döküldü. Vah Abuzer vah… Helalleşmeden gitmişti. Ödeşmeden gitmişti.
“Ailesi var mı? Nerede?” dedim.
“Var,” dedi tarif etti.
Evine gittim.
İnşaat… Bitmemiş… Ama bir tarafında oturuyorlar. Kapı pencereleri takmış, idare ediyorlar. Ev büyük, güzel ama biterse…
Kapıyı çaldım, açılmadı. Seslendim, karşılık gelmedi.
Etrafını gezdim, kimseyi göremedim.
Aynı markete geri geldim.
“Sen parayı ver, ben ailesine teslim ederim. Çocukları buradan alışveriş yapıyorlar,” dedi.
Parayı verdim, ayrıldım.
Vah Abuzer vah…