Urfalı Birkaç Has Adam: 1
URFA'YA PAŞA GELDİ
Bu paşa, başka paşa...
Ne üniforması var, ne omuzunda çelenkler ve yıldızlar..
Kantara vursanız; tok rannına 48 kilo ya çeker ya çekmez.
Boyu-posu derseniz; kilosundan pek farklı değil. Bir elli, hadi bilemediniz bir ellibeş ancak var.
Öylesine sıska ve çelimsiz. Ufak-tefek, zayıf ve nahif bir adam..
Adını sormayın; bilmiyorum. Bilen çıkacağını da sanmıyorum. Adı yok yani. Sanı, Paşo ya da Paşa..
Paşa'yı benim gözümde 'has adam' yapan, elbette ki boyu-posu ve kilosu değil.
O'na 'has adam'lar arasında yer verişimin sebebi; dört mevsim sırtından çıkarmadığı İngiliz kumaşından krovüze ceketi, 38 numara Siverek işi saat kapağı, yumurta topuk ayakkabıları, uzun peyikli geniş gabardin şalvarı ve kafasından asla çıkarmadığı sekiz köşeli kasketi de değildi. Ne adı-sanı, ne işi, ne aşı, ne eşi, ne hemen hemen senenin 365 günü ve günün 24 saati sarhoş olması ve ne de ağzından eksik etmediği güngörmemiş galiz küfürlerdi.
Kaç kişi tanır? Sorsak bu has adamı; kaç kişi hatırlar şimdi?
Adı Paşo veya Paşa'ydı!..
Adı mıydı bu, lakabı veya sanı mıydı; o da belli değildi.
İşini veya mesleğini soracak olursanız; bugün kaybolup giden bir hizmetten kazanırdı ekmek parasını. At cambazıydı Paşo. Paşamız bildiğiniz at cambazıydı işte.
Kanberiye'de otururdu. Kanberiye'yi Koşu Meydanı'nından ayıran Akçakale yoluna yakın bir yerdeydi evi. Yarış atı yetiştiriciliği yapan Harputlu Alo (Ali) veya Ali Rızo (Tatlı) ile komşuydu hatırladığım kadarı ile. Bekardı ve büyük ihtimalle hiç evlenmemişti. Bir kez olsun önünde veya arkasında bir hanım ve çocukla görmedim hiç.
Sabah tanyeri ağarır ağarmaz o gün çarşıda-pazarda dolaştıracağı ilk binek veya yük hayvanının sırtında Beykapısı tarafından gelir; Mevlahana'nın dğusuna düşen yolu takip ederek Çiftehan'a geçerdi. Bu seromoni ile başlayan koşuşturması Çiftehan'dan Kazancı Pazarı'na uzanan hanlar arasında öğlen saatlerine kadar devam ederdi.
Günde 2-3 hayvan dolaştırır, satış fiyatı üzerinden aldığı dellaliye ücretini cebine indirdiği gibi demlenecek bir tenha köşe arardı. Çilingir sofrasını ya işletmecisi de kendisi gibi ehl-i keyf olan bir hanın gözlerden uzak bir köşesine veya daha çok köylülerin rağbet ettikleri lokantalardan birinin gizli bölmesine kurardı. Akşam karanlığının çökmeye başladığı saatlerde kafayı bulmuş olurdu. Nereden geçtiğini, kiminle karşılaştığını ve ne konuştuğunu bilmez; ağzını küfürün bir türlüsüyle açar bin türlüsüyle kapardı. Yüzünün şekli değişir, ağzı-burnu yamulur, dudaklarından salyalar akardı. Ayakta duramaz, adım başı yalpalıyarak yere yıkılır, kalkar, bir daha yıkılır, bir daha kalkardı. Ve bu haline bakmadan yaya olarak Kanberiye'ye kadar gitmeye çalışırdı.
Perşembeyi cumaya bağlayan akşamlarda ve Ramazan günlerinde ise, bambaşka biri olurdu Paşa. Bazan rahvan bir beygirin, bazan safkan bir yarış atının üstünde savaş kazanmış bir süvari birliğinin muzaffer komutanı gibi gururla dükkanımızın önünden geçerdi. Büyükbabam dükkandaysa, mutlaka durur; iner ve ellerinden öperek "dua et Sofi emmı" diye boyun bükerdi. Büyükbabam da her defasında:
"-Ahkeme arkadaşınla komşu olasın" diye dua eder, sırtını sıvazlar ve alnından öperdi.
Büyükbabamın bu davranışı çok zaman görenler tarafından yadırganır; dükkan komşularımız Berber Halil, Allef İmam, Allef Hacı Hüseyin, Köşker Müslüm, Bakkal Sıdık ve diğerleri:
"-Bu serhoşa çok yüz verisen Sofi Emmi" diye sitem ederlerdi. O da her defasında ve sükunetle aynı sözleri tekrarlardı.
"-O bizim paşamızdır kurban!.. Emanettir.. Emanet edenin hatırı böyüktür yanımızda" der ve sadece kendi duyacağı bir sesle dua ederdi Paşa'ya..
O yıllarda ve tabi o yaşlarda her defasında tiksinerek baktığım bu adama yakınlık gösterdi diye büyüklerime söz söylemek hakkım ve haddim değildi elbette. Fakat bu ve benzeri sorular aklımı kurcalar dudurdu.
Büyükbabam ve Babam bu sarhoşun nesini ve neden bu kadar çok severlerdi?... Neden, her "o bizim paşamızdır" derlerdi?... "Mahkeme arkadaşına komşu olasın" diye dua etmek ne demekti ve nedendi?... Kimdi bu mahkeme arkadaşı?
Dediğim gibi hep merak ettiğim ama bir türlü sormadığım, soramadığım sorulardı bunlar.
Hayalimde bir paşa oluşturmuştum kendimce.
Omuzu kalabalık bir üniformanın içinde, ayaklarında topukları mahmuzlu çizmeler, sert bakışları ve gür kaşları ile farklı bir paşaydı hayalimdeki paşa. Bir türkünün emanetiydi hafızama yüklediğim. Yıllarca içinde "Urfa" geçen bu Van türküsüyle hatırladım ve hatırlıyorum Paşa'yı...
"Urfa'ya paşa geldi / Tahta temaşa geldi / Bir elim yar boynuna / Bir elim boşa geldi"
Dörtlüğündeki 'aşa'ydı benim paşam. Türküdeki gibi boyun kökünden eksik etmediği bir mendili vardı. Parmağının durmayan kanı savaşçılığından olmalıydı. Sevdiğinin sevgilisi de herhalde kendisiydi.
Kısmete bakın ki yaklaşık 20 sene "sarhoş, ayyaş, serkeş" diye bilip tanıdığım adamın kim, ne, nasıl, neden ve kimin emaneti olduğunu 'paşamızı' son yolculuğunu uğurladıktan birkaç saat sonra öğrenebilmiştim.
Definden sonra Büyükbabam, Babam, Amcam ve ben birlikte eve dönüyorduk. Dedem, kimse sormadan başladı anlatmaya.
"Allahu alem, sene 1946'ydı. Dergah'ın tekrar ibadete açıldığı seneydi" diye, girdi konuya. "Allah bilir ya, günlerden de Cuma idi... namazdan Merhum Şıh Müslüm Hafız ile beraber çıkmıştık. Yeniden tamir edilmiş bu mübarek makamı yeniden ibadete açmanın telaşından olacak ki namazda kafamıza geçirdiğimiz arahçınları / takkeleri çıkarmayı unutmuştuk. O günleri bilmezsin sen. Öyle cübbe, sarık, küllah filana izin yok. Yasak!.. Kasket takmayanı bile karakola çekerlerdi. Neyse.. Şıh Efendi ile sohbet ederek Suruç Garajı'na doğru yürüyorduk. Hasan Padişah Camii'nin kıble duvarının önüne varmıştık ki karşımıza bir polis dikildi. "Durun bakayım" dedi. İkimiz de durduk ve ne olduğunu anlamadan tepemizdeki arahçınları/takkeleri çekip aldı başımızdan. "Yürüyün karakola" diye önüne kattı ikimizi. Haydi gitme erkeksen. Mecburen başımız önde, tıpış tıpış yürümeye başladık. Karşımızdangelenlerin, yanımızdan geçenlerin, korkusundan uzak duranların, camiden çıkanların.. velhasıl hazirunun cümlesinin gözleri üzerimizde.. Bizim gözlerimizse yerde..
Akarbaşı Karakoluna kadar bu minval üzere gittik mecburen. Karakollar nasıldır, bilirsin; ifade, zabıt, filan deyip birşeyler yazıp çizdikten sonra bizi bir bekçi, iki polise teslim edip doğru sarayönüne.. müddeumuma da ifade verecekmişiz.. icab ederse nöbetçi mahkemeye çıkarılabilirmişiz.. Mahkemeye gitmek birşey değil, lakin Akarbaşı'ndan Sarayönü'ne bütün milletin gözü üzerimizde. Ellerimizde demir bilezikler.. ikimizi tek kelepçeyle kelepçelediler.. El mukadder la tagayyer... Çaresiz, ezile büzüle yürüdük gittik.. Adliye dersen, ana-baba günü.. Büyük bir azabı da orda yaşadık... İçeride davam var diye yarım saat kadar bir kapının yanına diktiler ikimizi. Tabi bir sorgu sual faslı da orada yaşadık.
"Niye buradasınız?..", "Ne işiniz var mahkemede?" Diye sual edenler mi dersiniz; hakimden evvel hakımızda hüküm verenleri mi? Hangi birine cevap vereceksin; sustuk.. sustuk.. sustuk.. Kabir azabı gibi bir hal bizimki.
Derken yanında beklediğimiz kapı aralandı. Mübaşir efendi koluna girdiği bir adamı çeke çeke çıkarıp kapının önüne bıraktı. Kimi görsek beğenirsin. Bizim Paşo.. Rahmetli Paşa yani.. Fitil gibi sarhoş belli; ağzı-burnu iyice eğilmiş. Her tarafı palıza gibi tirtir titriyor..
"Bir bu eksikti başımıza gelecek" diye geçirdim aklımdan. Şıh Müslüm Hafız:
"-Öyle deme oğul" dedi. Ve "bizim Paşa mübarik bir insandır!.." diye ekledi.
"Bu nasıl mübarek insan efendim" diyemezdim. Leş gibi kokan mübarek bir insan!.. Ayakta duramıyan, konuşamıyan mübarek bir insan!..
Ben bunları düşünedururken Paşa, umulmadık bir çabuklukla toparlandı.Edeple ceketini düzeltti, ilikledi, saygıyla temenna edip:
"-Babo kurban, sizin ne işiniz var burada?" Diye sordu.
Ne desin Şıh Efendi; ne anlatsın!. Hem anlatsa ne olur, anlatmasa ne olur?..Ben araya girdim.
"-Yok birşey Paşa... İfademizi alacaklarmış" diye savuşturmak istedim. Lakin Şıh Efendi olanı biteni, birkaç kelime ile özetleyiverdi Paşa'ya.."
§
Bir söz yetmişti orada Paşa'ya.
Ani bir dönüşle, Mübaşir'in tuttuğu kapıyı sertçe açmış; kürdandan farksız gövdesinin yarısını içeri doğru uzatmış ve avazı çıktığınca:
"-Ulan müddeumum!.. Ulan Hakim!.. Ulan Müstantik!.. Sarhoş kafayla Allah'a küfür ettim diye beni tutup buraya getirdiniz. Tamam...
Peki ya bu mübaret insanları... Allah demişler diye kelepçe takıp buraya getirmişsiniz.. Ulan bu nasıl hak, bu nasıl adalet, bu nasıl terazi mizan?... Hay sizin gibi hakimin de.. hakimi olduğunuz mahkemenin de.. terazinizin de.. mizanınızın da..sizin de.. alayınızın da gelmişini, geçmişini.. anasını.. avradını.. kızını.. kısrağını" diye ağzına geleni söylemiş.
Hakimin, savcının, polisin, bekçinin, mübaşerin "sus" demelerine aldırış etmeden o güne kadar dudaklarından dökülen en galiz küfürleri sıralamış peşpeşe..
Yani haksızlığın karşısında susup dilsiz şeytan olmayı kabul etmemiş, edememişti Paşa.
Sonra ne mi olmuş? Büyükbabam:
"Mübarek Paşa, az evvelkendisine berat veren mahkemenin karşısına bir de bizimle çıktı. Bizimle aynı cezayı aldı. Bize emanetliği o gün başladı. Bugün de biz Paşamızı gerçek sahibine emanet ettik. İnşaallah makamı mahkeme ve mahpus arkadaşının yanı olur!.."