Takvimler; 15 Ekim 2004 Cuma’yı gösterdiği gün ve saatler ökçelerini tık tık vurarak ilerlerken gecenin karanlığına doğru...
Öbür yanda çisil çisil bir güz yağmuru ıslatırken gündüzün sıcağıyla kavrulan şehri...Eski Antep’in eski mahallelerini sokak sokak, kapı kapı dolaşmak üzere yollara düşüyoruz. Oldukça kalabalığız.
Dönemin Şahinbey Belediye Başkanı, belediye meclis üyeleri, eli telsizli kontrolörler; korumalar, şoförler ve peşimize gölge gibi takılan kameramanlar, foto muhabirleri.. Bir de heryerde görünmeyi adet edinmiş meraklı vatandaşlar ile kafileyi bir kaç adım geriden izleyen bu satırların yazarı...
Otuz kişi varız.
Beş-altı araçlık bir konvoy halinde Antep kalesine inen dik yokuşu tırmandıktan sonra, Gaziantep'in eski mahallelerinden Türktepe'de, genişçe bir meydanda soluklanıyoruz. Gündüzden sözleştiğimiz gibi Türktepe Muhtarı Mevlüt Gözüküçük meydanın girişinde yolumuzu gözlüyor, elinde uzunca bir liste ile... Listede yirmi civarında isim ve adres yazılı.
Bu listede ismi bulunanlar: Türktepe Mahallesi’ nin en yoksulları.
Bu listeye adı ve adresi yazılanlar; Gaziantep’in dibe vurmuşları.
Hayat oyununda varını yoğunu kaybedenleri veya kaybettirilenleri yazılı bu listede...
Ve bu listede tek satırlık yer bulunanlar: “Marka Şehir”in yokluk ve yoksulluktan kan kusarken kızılcık şerbeti içtim diyen onurlu insanlar...
Muhtar önümüze düşüyor.
Daracık, inişli çıkışlı sokaklardan geçip bir çıkmazın sonundaki kapının yanında duruyoruz. Muhtar, fi tarihinden kalma tokmağı birkaç kez vurarak, ev sahibine adıyla sesleniyor; Mehlika hanım, diye.
Adı Mehlika değil ev sahibesinin. Ama biz hep böyle anacağız.
Kapı aralanıyor gıcırdayarak.
Eski fakat temiz giysileri, ezik ama muzaffer komutanlar gibi vakur duruşuyla Mehlika hanım çıkıyor karşımıza.
Misafirlerini karşılıyor.
Başkan ve Muhtar bir müddet sohbet ediyorlar havadan sudan. Ne kadar kulak kabartsam da seslerini duyamıyorum, neler konuştuklarını anlamam mümkün olmuyor.
Omuzumu duvara yaslayıp onları izliyorum dalgın gözlerle.
Mehlika hanımın duruşunu gözlemliyorum.
Bir yerlerden tanıyorum gibi geliyor. Teyzeme benzetiyorum galiba. Soylu duruşunu anlamaya, geçmişini tahmine çalışıyorum. Kendimce bir geçmiş kurguluyorum Mehlika hanımın gençlik yıllarına dair. Yüz güzelliği, düzgün fiziği ve özellikle soylu duruşu ile gençliğinde çok can yakmıştır diye geçiriyorum aklımdan. Tam bu sırada omuzumu dayadığım duvarın üstünden bir kedi geçiyor, yayından fırlamış ok gibi. İrkiliyorum. Sonra tatlı ve titrek bir ses;
“-Kusura bakmayın efendi oğlum!.. Sizi korkuttum galiba. Mehlika hanımın kedisine yemek veriyordum, aksilik edip kaçtı yaramaz...” diyor.
Sesin sahibine dönüyorum. Ak saçlı bir kadın. 60’ını çoktan aşmış. Güler yüzlü, sakin ve müşfik... Duvarın üstünde omuzundan yukarısını görebiliyorum ancak.
Gerçekte kedi bahane, aslında “ben de varım, buradayım” demek için merdivenleri tırmanıp duvarın üstünden sokağa bakıyor. Bakışlarıyla burada ne oluyor diye soruyor sanki.
Belediye başkanının mahalleyi ziyaret ettiğini söylüyorum. Şaşırıyor ve bugüne kadar hiçbir belediye başkanını Türktepe’de görmediğini söyledikten sonra on saniye kadar gözden kayboluyor ve tahmin ettiğim gibi aşağı inip kapıyı açıyor.
“-Bir çayımı içer misin efendi oğlum?”
“-Zahmet olmasın ablam” dememi beklemeden dönüp kapının tam karşısında duran ocağın yanına gidiyor. Ocak dediğim yarıya kadar çivilerle delinmiş bir gaz veya yağ tenekesi. İçinde pide fırınından alınmış küllenmiş ateş; üstünde isten rengi belirsizleşmiş bir çaydanlık ve küçücük bir demlik.
Meliha hanım çay doldururken, kafamı uzatıp görebildiğim alanı inceliyorum. İlk dikkatemi çeken oda penceresindeki gaz lambası oluyor. Sokak lambasının aydınlığında avluda dolaşan kedileri saymaya çalışıyorum, o kadar çok ve hareketlilerki... bir.. iki.. üç derken, ipin ucunu kaçırıyorum...
Çayımı yudumlarken, elektriğin neden kesik olduğunu soruyorum... Borcundan ötürüyse bunu çözebileceğimi söylüyorum. “Hayır” diyor Meliha hanım. “Ben iptal ettirdim, ayda bir şişe gazyağıyla idare etmek varken, elektrik neyime benim, dünyanın..” ”
Sözünü tamamlamadan bakışlarını az ileriye dikiyor. Dönüp bakıyorum. Belediye başkanı Mehlika hanımla vedalaşıyor. Kalkıyor, Başkan’ı karşılamak üzere bir iki adım atıyor ve yanyana geldiğimizde Meliha hanımla da görüşmesini söylüyorum.
Başkan her zamanki tevazuu ile geçip az önce kalktığım yere çömeliyor.
İki kapının arasında kalakalıyorum.
Muhtar Mehlika hanımla bir mühim mesele konuşuyor gibi. Araya girmem doğru olmayabilir. İleri gidemediğim gibi geri de dönemiyorum. Az önce çayını içtiğim Meliha hanım Başkan’a derdini anlatıyor yalnız ikisin duyacağı sesle. İki kapının arasında mıh gibi çakılı kalıyorum. Bir, belki iki, belki de üç dakika sonra Muhtar, bir el işaretiyle yanlarına gelmemi istiyor.
“-Gelsene başkanım, bak Mehlika hanım ne diyor, sen de işit” diye ekliyor. Beş adım kadar yürüyüp yanaşıyorum yanlarına. Muhtar: “Yaşar Bey başkan yardımcısıdır, bana söylediklerini ona da söyle” diyerek bizi başbaşa bırakıyor Mehlika Hanımla.
Mehlika Hanım bakışlarını belirsiz bir noktaya dikiyor ve gayet yumuşak bir sesle:
“-Komşular sağolsun, bana Ramazanı çıkaracak kadar yiyecek birşeyler getirdiler. Ama Meliha hanımın kapısını çalan olmadı. Bana getirdiklerinizi ona verin diyorum...”
O anda toprak kayıyor ayaklarımın altından.
O anda yıldızlar sökülüyor asılı durdukları yerlerden ve birer birer, üstüme üstüme dökülüyorlar sanki.
Başım dönüyor, ter basıyor her yanımı.
Sırtımı duvara dayamasam oraya yığılıp kalacağımı hissediyorum.
Duvar da tutamıyor beni, taşıyamıyor içimde kopan fırtınayı.
Çömelip oturuyorum olduğum yere. Gözlerim doluyor, ayıpsa ayıp, ağlıyorum.
Ve dua ediyorum Yaradana.
"Şükür, onlarca, yüzlerce, binlerce, milyonlarca kez şükür” diyorum bana bu anı yaşatana...
Kendimi İstanbul Fatihi Mehmed Han kadar şanslı kabul ediyorum.
Yüzyıllar önce Büyük Hakan’ın böyle bir olay yaşadığını yazıyor tarihler.
Fatih’e bal satıp, tereyağını komşumdan al diyen bakkalın hikayesi canlanıyor gözlerimin önünde. Fatih’e siftah etmeyen komşusundan alışveriş etmesini tavsiye eden esnafın sesi yankılanıyor kulaklarımda.
Ve Mehlika hanımın sözleri yağlı kurşun gibi işliyor beynime.
Düşünüyorum, Sen, en az Fatih gibi bir müşteriyi siftah etmeyen komşusundan alışveriş etmeye zorlayan insan kadar alicenapsın Mehlika hanım. Ne mutlu sana Mehlika Ana. Sen bu şehirde eli öpülecek ender kadınlardan birisin. Sen aşık olunacak kadınsın Mehlika hanım!..
Ve Sen Meliha hanım!.. Boğazlarından arttırıp sokak kedilerini doyuran kedicik anaları... Sizin gibi kediler besleyen sahabesine Ebu Hureyre, -kedicik babası- sıfatını veren Yüce Peygamber, sizleri görüyor ve ümmül hureyre diye anıyordur, eminim.
İşte bu... Benim 50’li yıllarda tanıdığın; evlerine misafir olduğum, ekmeklerini yediğim, sularını içtiğim, Tahmis Kıraathanesinde çaylarını yudumladığım, Tekke Camii’nde omuz omuza namaza durduğum Antepliler bunlardı, böyleleriydi işte...
Eski Antep’in en eski mahallelerinren Türktepe’de, bilmem kaç nolu sokakta; kefen parası niyetine bir köşede unutulmuş Reşat altını gibi ya da çatı arasına istif edilmiş eski eşyaların arasında antika Acem halısı misali eskidikçe değer kazanan birkaç iyi insan, birkaç eski Antepli... Topraklarını elin gavuru çiğnemesin diye binlerce şehit vermiş soylu, vatansever ve yiğit insanlardan artta kalan birkaç has Antepli...
Nesli tükenmek üzere olan şehir insanının son temsilcileri..