Dirilir Nemrut
Haydarlı meşeliğinden başlar iniş. Bej mermerlere kara bir yılan gibi uzanan asfalttan gittikçe yeşilden maviye kayar renkler. Azaplı’ya, İnekli’ye, Gölbaşı’na yaklaştıkça iri, azgın bir boğa gibi Meydan Dağı çıkar karşına. Kıyılardan ilerleyen ince, asfalt yollar tepeleri aşar, İnce Memed’in Helete’sine gömülür boz bir yılan gibi. Oradan da dar kayalıklardan ve gri, beyaz toprakları yararak beyaz köpüklü Göksuçayı’na iner. Meydan Dağı, Toroslara tutunan Kızılçamlara “Bitti; buraya kadar,” diyerek daha ileriye salmaz ormanı. Belki tek tük serpilmiştir Azikan’a, Akçalı ’ya da daha öteye gitmez. Gölbaşı'ndan doğuya ince bir sızıyla kırılan yoldan Adıyaman’a ilerlerken, sağlı sollu fıstıklar, bademler, narlar, elmalar çıkar karşınıza. Güneşle tatlanır, güneşle hayat bulurlar buraların çiçekleri, böcekleri, insanları. Sıcaklarla olgunlaşırlar meyveler, insanlar. Sabahın köründe avlusuz iki katlı evlerden birer ikişer çıkanlar çil yavrusu gibi dağılırlar sağa sola.
Karınca misali sağa sola çırpınan basma fistanlı kadınlarla, bıyıkları tütünden sararmış erkekler güneşin yaktığı boncuk bakışlı okulsuz çocukları sürüyerek götürürler tarlalara. Nefes nefese tırmanırlar yokuşları çocuklar. Kornadan ürken bebelerin ağızlarına doluşan sümüğü temizleyen okulsuz çocukların ürkek bakışları birer ikişer düşer toprağa. Nemrut görünür ufukta. Nemrut göz kırpar bir yerlerden. Heybetlidir. Öfkelidir. Meydan okur zamana.
Kımıl Dağına tutunur bir yanı; bir yanı ölüler diriltir. Dirilir Mitrades. Dirilir Herakles. Dirilir Karakuş. Dirilir Cendere. Dirilir Antiochos. Dirilir Ay tanrısı… Mor Pavlus… Lucianus… Hey… Hey… Hey… Uyan güneşin çocukları…
Eğriçayı’ndan geçen yol düzlüğe çıkarır sizi. Çiğköfteyle yunmuş yüzler geçer önünüzden tıngır mıngır. Dört mevsim keyfi vurmuştur bakışlara. Dört mevsim kayırmacasız… Dört mevsim bereket… Dört mevsim aydınlık… Güneş, yağmur, kar, nergis çiçekleri…
İşgal edilmiş kaldırımlardan varırsın çarşıya. Sağda Adıyaman Lisesi, solda Mimar Sinan Parkı… Yorgun sütunlara yaslanmış cam duvarlardan yansıyan ışıklar çarpar yüzüne Adıyaman Lisesinden. Mimar Sinan’da beyaz çiçekli akasyalar, güller parıldar. Dersleri kırmış çantasız öğrenciler tutuşurlar kavgaya. Mısırcı… Şam Tatlıcı… Mısırcı bağırır: “Kaynamış mısıııır… Haşlanmış mısııır…” Tam susacakken tatlıcı bağırır, “Şam tatlı… Şam tatlı… Bal… Bal…” Kalabalıklaşır çarşı. Ara sokaklardan caddelere karışırlar yorgun yaşlılarla, çarşaflı anneler. Eskisaray Camii avlusunda iki yaşlı, iki tespih, iki takke, iki şalvar, iki terlik oturur banklarda. Serçeler Bir Aralık’tan duyulur. Çocukların topu kaçar yola. Demir kapıdan topu almaya çıkar bir çocuk. Frene basar belediye otobüsü. Arkasından Kolej-Pirin Minibüsü…
Okulu saran toprak damların yerinde beton duvarlar, beton evler, beton yollar, beton çatılar.... Balkonlarda naylon saksılar… Naylon çiçekler… Naylon bakışlar… Naylon yanar kenar mahalle sobalarında. Taş duvarlarla çevrili kaleye varırsın. Yüzlerce merdiven... Yüzlerce ağaç… Yüzlerce kızılçam, servi, mazı… Kameryalar, çiçek tarhları, güller, çimler… Ramazan topu yorgun, ramazan topu suskun… Kale dedikse tepe… Şehrin ortasında… Kılçıklar temizlenmiş! Dökme demirden korkuluklar, yediveren asmalar, sarnıçlı kuyular… İncirler bu kadar bu kadar… Kızarmış deve dişi narlar… Temizlenmiş kılçıkları şehrin…