1981 yılıydı. Ankara’nın gri, sert soğuğu evlerin içine sızmaya çalışırken, biz evde, sıcacık bir arkadaş ortamında ısınıyorduk.
Onunla ortak bir arkadaşımızın evinde tanıştık. Gelişi hep geceleri bulurdu. Saat gece yarısını geçtikten sonra, kimse tam olarak ne zaman geleceğini bilmeden onu beklerdi. Kapı usulca çalınır, ardından içeri sessizce süzülürdü.
18 yaşındaydı sanırım, ama konuşmaları, duruşu, dünyaya bakışı yaşından çok daha ağır, çok daha derindi. Gözleri, yaşadığı her şeyi içine alıp saklayan insanlara özgü bir yorgunluk taşıyordu. Sazı kucağına alışı bile başlı başına bir hikâyeydi, adeta bir dostuna sarılır gibi…
Konuşurken yüzünde hafifçe titreyen bir öfke olurdu ama sesi daima sakindi; kelimeleri ölçülü, ama içtendi.
Doğrusu çok kıskanmıştım. O yaşta hem bu kadar derin bir sanatsal ifade gücüne, hem de bu kadar yoğun bir vicdana sahip olmak kolay değildi.
Bu kıskançlık kinli değildi; daha çok hayranlıkla karışık bir “keşke ben de böyle olabilsem” duygusuydu.
Birkaç kez daha görüştük. Hep aynı dinginlik, aynı derinlik…
Ben evden ve Ankara’dan ayrıldım sonra. O yıllarda telefon yok, internet yok; kopmak kolay, buluşmak zordu.
Ve yollarımız ayrıldı.
Yıllar sonra, Beynelmilel filmini izlediğimde içimde bir şeyler titredi. Film, tam da onun hayalini kurduğu dünyaydı. Ülke meselelerine duyarlılıkla eğilen, ama bunu kuru sloganlarla değil, sanatla, ironiyle, estetikle anlatan bir iş…
Filmi izlerken içimden şu geçti: “İşte bu, tam onun yapacağı şey.”
Yakın bir zaman da sağlığına kavuşmuş olarak aramızda görmek dileğiyle geçmiş olsun.
Geçmiş olsun paşa...
Yapacak daha çok iş var. Birileri elbette yapar, ama sen başka yaparsın.
Rabbim yardımcın olsun.