Göç Zamanı, Bahaeddin Özkişi’nin bir zamanlar elimizden düşürmediğimiz hikâye kitabı.
12 Eylül öncesinin o sert, ölümcül, kaotik günlerinde naif ayrıntıların da birçok kudretli duruşu alt edebileceğine dair o sertlikten kaçışın dingin ruh iklimini sunuyordu bizlere…
Rilke’nin Dişiliği Hakkında başlıklı hikâyede ünlü yazar Rilke’yi nasıl kadın sandığını anlatır.
“Belli etmemeye çalıştığım halde hâlâ şaşkındım ve doğrusu hâlâ REINER MARIA RILKE’nin erkek olduğuna inanıyordum. Arkadaşım, konuşmamızı unutmuş görünüyordu. Belki ısrarım dikkatini bile çekmemişti. Ya da bir çeşit nezaket gösterisiydi davranışı.
Ben içten bir beğenişle, “bayılıyorum kadına” demiştim. Aman Rabbim nasıl bütünümle Rilke’nin kadın olduğuna inanmıştım. Yazılarını hep bu açıdan okumuş, bu yönden değerlendirmiştim.
O, tane tane ve kendine has toksözlülüğü ile, “Rilke mi kadın?” demişti. “Hayır o erkektir.” Ben şaşkın, “Ama isimlerinden biri Maria” diye ısrar etmiştim. Direnmemi mânâsız bulmuş ve omuzlarını silkmişti.”
Bu düzeltme, yazarımızın bütün hülyasını yerle yeksan eylemişti. Maria’yı otuz yaşlarında bir kadın olarak tahayyül eden Özkişi, hayalindeki kadın yazarın endamını, lacivert gözlerini, saman renkli saçlarını bile tasarlamıştı.
Kadın Rilke, gerçeği öğrenmesine rağmen Bahaeddin Özkişi’nin dünyasında ölmüş müydü?
“Nasıl içimde nefes alan o kutlu yaratığı öldürür, yerine bir yabancı erkeği kabul ederim? Ya onda bulduğum kâmil ruh ve billurca temiz bir genç kız duyarlılığı?”
Belki de hikâyenin sonunda dediği gibi Rilke de en az yazarımız kadar suçludur.
Simone de Beauvoir de öyle…
Kendisini erkek hissettirdiğine göre onun da Fatih Erbakan kadar suçu var.
Ekranlarda her konuda kolayca ahkâm kesenler oluyor. “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu” ayeti sanki vahyedilmemiş henüz ve Müslümanların derdi sayılarıyla övünmekten ibaretmiş gibi...
Sandım ki bu kişi son zamanlarda hayli türeyen iktidar yanlısı gazeteci kılığındaki kalemşorlardan biridir; ben de yanılmışım meğer Fatih Erbakan’mış.
Çok üzüldüm. Çünkü o Ayrancı Lisesinden ablamın öğrencisi idi. Ablamın anlatmasına göre çok iyi eğitim almıştı, iyi bir çocuktu.
Demek ki, edebiyat derslerinde okuma programları bakımından büyük bir eksiklik var.
Bu, bizde de vardı.
70’li yılların başında, varsa yoksa Türk ve İslam dünyasından yazarları okumak gibi bir önceliğimiz vardı. Her ne kadar klasikleri okumuş olsak da onlar mîrî malımızdı ve yabancı sayılmazlardı. Ama Simone de Beauvoir gerçekten de Simon adlı sınırları zorlayan bir yazar olmalıydı.
Simone de Beauvoir’i erkek olarak düşünmekte Fatih haklı olabilirdi. Maria Rilke de sonuçta Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’u yazan bir adamdı. (Bunu biliyorduk Rilke mi yoksa Remarque miydi) Fakat bizden önceki kuşak olarak Bahaeddin Özkişi gibi ağabeylerin derin okumaları onda yazarın ruh dünyasına nüfuz etmek yahut pür edebiyat adına anlaşılabilecek bir şeydir.
Hem Simone de Beauvoir erkek gibi kadındı. Sorbonne’da iken ona Cesur (Castor) lakabı takılmıştır. Gerçi kadınları önceleyen o kadar çok vecizesi var ki, hele hele bir feminist olarak karıştırılması zor olsa gerek.
1929’da Fransa’nın felsefede Agregation başaran en genç öğrencisi Sartre ile tanışır. Sartre o yıl birinci olur, Simone ise ikinci. Sartre’ın sevgilisinin cinsel hayatı ve bu konudaki teorileri gerçekten karmaşıktır. Fakat yazdığı kitaplarla ve felsefi düşüncedeki yeri bakımından insanlık tarihine geçmiş meşhur kadınlardandır.
Onun Başkalarının Kanı özel olarak benim hayatımda çok kilit bir yer işgal eder.
12 Eylül olmuştu ve bizler aranıyorduk. Ankara’dan İstanbul’a geçtim. Merhum kardeşim İstanbul Hukuk’ta okuyordu, onun Fındıkzade’de kiraladığı eve yerleştim. Birçok kaçak da orada misafir olmuştu. Bir iki aylık kaçak dönemimde bolca kitap okudum. O devrede beni en çok saran Başkalarının Kanı idi. Öyle ya başkalarının kanı üzerinde yükseliyordu siyasetler. Biz de başkalarının kanı üzerinde tepişiyorduk. Vicdan muhasebesi açısından o sıkıntılı dönemin rehberleri arasına girdi o kitap.
Aslında varoluşçu düşüncelere yabancı değildik. Dostoyevski’nin “Dünyanın neresinde bir çocuk ağlıyorsa ondan mesulüm ben” çarpıcı sözü, vicdanı, İsyan Ahlâkı’nın mihenk taşı yapan Nurettin Topçu okurları için baş tacı idi. Beauvoir de “Herbirimiz her şey için ve herkese karşı sorumluyuz.” diye yazdı ve söyledi.
O zamanki gençleri, sağdaki soldaki vuruşanları içinde bulundukları açmazlardan kurtaracak olan nedir? Aşk? Politika? Eylem? İkinci Dünya Savaşı dönemidir ve Avrupa insanlık imtihanı vermektedir. Jean Blomart, yurtseverler safındadır. Çok uzun bir gece boyunca sevgilisi Helene’in başucundadır. Helene ölmektedir. Kızın ölümünden duyduğu suçluluk duygusu, içindeki iyiyi yükseltmektedir.
Nurettin Topçu da Sorbonne’da felsefe birincisi oldu. İsyan Ahlâkı’nı orada yazdı. Mümkündür ki, bütün bu vicdan muhasebelerini tetkik etti ve öz cevherini İslam’da bulduğu “Allah’ın içimizdeki hareketi” ile bir hareket felsefesi geliştirdi. O yüzden de Türkiye’nin son devirdeki en büyük düşünürü oldu.