Malatya'ya son gittiğimde bir binanın enkaz kaldırma işlemini yerinde inceledim. Tıpkı Adıyaman'daki gibi demirler yerinde ayrıştırılıyor ama molozlarla birlikte aynı anda kaldırılıyordu.
Akşam saatlerinde tekrar aynı yerden geçtim. Ortada ne moloz ne de demir kalmıştı. Enkaz alanı ise eğer görmüşseniz yıkılan Adıyaman Belediyesi'nin yeri gibi asfalta sıfır araçların park edilebileceği şekilde mıcırla döşenmişti.
Moloz kaldırma demir ayrıştırma işini farklı firmalar almış olsa bile ihaleyi yapan kurum aynıydı. Peki nasıl oluyor da Malatya'da demir ve moloz aynı anda kaldırılıyor, üstelik enkaz alanı asfalta sıfır şekilde mıcırla döşeniyordu da Adıyaman'da demirler ayrıştıktan sonra molozlar yerinde bırakılabiliyor.
İhaleyi yapan kurum aynı olduğuna göre farklı firmalar farklı illerde nasıl oluyor da farklı bir işlemde bulunabiliyor. Esasında sayın valimizin sayın belediye başkanımızın siyasilerimizin ve bürokratlarımızın ve halkımızın sorması gereken soru budur.
Şehirde yıkılan ve daha yıkılacak olan çok sayıda bina var. Bu yıkım ve enkaz kaldırma işlemleri belki bir yıl daha sürecek. Şehrin molozlardan tamamen arındırılması ise belki yılları bulacak. Biz artık birçok şeyden vazgeçtiğimiz ve moloz yığını haline gelen kentin kirli görüntüsüne alıştığımız için durumu yadırgamıyor olabiliriz ama dışarıdan gelenler bizim ilk günlerde yaşadığımız şaşkınlığı yaşamaya devam ediyor.
Şimdi artık enkaz alanları molozlar demir ayrıştırma işlemleri çevre kirliliği toz bulutları eskisi kadar sık gündeme gelmiyor diye bu sorun çözülmüş olmuyor. Sorun hiçbir şekilde çözülmediği için artarak büyümeye devam ediyor. Bizim artık bunları gündeme getirmiyor oluşumuz yazmaktan yorulmuş olmamızdan ve kimsenin yaşadığımız sıkıntılara kulak asmadığını görmemizdendir.
Başka şehirdeki enkaz alanlarının tamamen temizlenmesi Adıyaman'da ise 'eski hal muhal' vaziyetinin devam etmesi patronun sendikalı bizimse Harranlı olmamızla açıklanabilir ancak.
Resmi kurumların Ankara'ya kafa tutacak, hesap soracak yumruğunu masaya vuracak hali yok. Çünkü onlar bulundukları yeri zaten Ankara'ya borçlular. Ama sivil toplum örgütlerimiz odalarımız derneklerimiz cemiyetlerimiz varlıklarını bu şehirde yaşayan halka borçlular. Onlar bu edilgen halleriyle bir kez daha bir kez daha seçilebiliyorlarsa kimsenin halinden şikayetçi olmaya hak kalmıyor.
Şehir yağmalanırken, sapasağlam evler birkaç işgüzar operatörün marifeti ile göz göre göre yıkılırken, (biri de bizim binamız oluyor), arama kurtarma ekipleri depremden günler sonra şehrimize gelirken dahi bir tek açıklamada bulunamayan, sokağa çıkamayan eylem yapamayan sivil toplum kuruluşlarından bugün enkazlar molozlar ve şehri kaplayan toz bulutları için açıklama yapmalarını beklemek abesle iştigal olur.
Onlar kaderimiz böyleymiş diyerek yaşanan her şeyi sineye çekebilir. Aman etliye sütlüye karışmayalım ağzımızın tadı kaçmasın diyerek üç maymunu ustalıkla oynamaya devam edebilir ama biz yaşadıklarımızın kaderimiz olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü biz kaderin ne olduğunu, iş bilmezliğin, beceriksizliğin, risk almamak adına edilgen bir tavır takınarak güvenli bir limanda fırtına dinininceye kadar sus-pus kalmanın kendilerine ne kazandırdığını ne kazandıracağını biliyoruz.
Bu şehirde yaşamanın bir sorumluluğu var. Bizler sorumluluğumuzu Rabbimizin bize bahşetmiş olduğu üç beş kelimeyi bir araya getirme yeteneği ile yerine getirmeye çalışıyoruz. Ne halkımızın ne de Ankara'nın bize vermiş olduğu herhangi bir görev yok. Bizler vatandaşlar olarak herhangi bir sorunu çözmekle yetkilendirilmiş değiliz. Konuşma ve yazma hakkımız da Ankara tarafından belirlenmediğine göre bize yasalarla çizilen sınırları aşmamaya özen göstererek meramımızı dile getirmeye çalışıyoruz.
Elinde birçok yetki bulunan ve halk tarafından görevlendirilen sivil toplum örgütleri harekete geçtiğinde iklim değişecek ve vatandaşlarımızın mağdur olduğu birçok sorun kendiliğinden çözülecektir.
O günün gelmesini 40 yıldır bekliyoruz ömrümüz kifayet ederse bir 40 yıl daha bekleriz.