2011 yılı son aylarıydı. Tek başıma kaldığım zor yılın sonunda derin yalnızlık ve geçmek bilmeyen hayal kırıklığı, gönül yarasından kendim de korkar olmuştum. Çare olarak kasabadaki yaşlı anne babamı yanıma almak gelmişti aklıma. Daha iyi hissedeceğimi umuyordum ancak tam tersi olmuştu. Bir yılda tek başıma olmaya, sessizliğe çok alışmışım meğer. Televizyon sesi bile tahammül edemediğim bir şey olmuş. Onların benim halimi anlayabilmesi de, benim tahammül edebilmem de imkansız görünüyordu. Ne kitap okuyabiliyor, ne huşu içinde namazımı kılabiliyordum gürültüden. Kendim davet ettiğim için bir şey de söyleyemiyordum, sadece sürekli ağlıyordum. Yaşadıklarımı bildikleri için kendimi iyi hissetmiyorum, siz oturun benim evimde, ben gidip biraz psikolojik yardım alayım diyerek Manisa’ya, psikiyatri polikliniğine gittim. Bir süre hastanede yatarak odamda nefes almak kadar ihtiyaç haline gelmiş olan tek başıma kalabilmeyi, kitap okuyabilmeyi umuyordum. Poliklinikteki doktor esrarengiz yaşanmışlıklarla dolu hikayemi dinleyince heyecanla gidip hocasını çağırdı. Sizi yatırarak bir süre izlemek istiyoruz dediler. Benim de gayem buydu zaten hemen kabul ettim.
Kliniğe gittiğimde gördüğüm korkunç koşullarla ne kadar hata ettiğimi anlamıştım ama çok geç olmuştu. Ne kitap okumak, ne de namaz kılabilmek mümkün değildi. Bu koşullarda gece bitecek gibi de değildi. Üstelik iki buçuk yıl askeri mahkemede yargılanma, mahkumiyet korkusu sebepli olduğunu düşündüğüm kapalı alan fobim vardı. Üzerimden kapı kilitlendiğinde çıldıracak gibi oluyordum. Klinik kapıları aynen hapishane gibi kilitleniyordu. Saat ona doğru nefes alamaz hale geldim. Nöbetçi hekime giderek evime gitmek istediğimi söyledim ancak olumsuz cevap alarak iyice kötü hissettim. "Katil, hırsız değilim, buraya da zorla getirilmedim, kendim geldim, pişman oldum çıkmak istiyorum." dedim ancak yasal prosüdür gereği mümkün olmadığı söylendi. İnanılmaz bir hal gelmişti üzerime. Artık kontrolü kaybetmek üzereydim. Nefes alamıyor gibiydim. Çıkmak istiyorum diye sesimi yükseltince hastalar da toplandı merakla. Doktor gardiyan tavırlı erkek hasta bakıcılara tespit edin hastayı emri verdi. Bana doğru hamle yaptıkları anda dokunmayın bana diye haykırdığımda hayattan bağlantım kopmuş gibi bambaşka haller içine giriyordum. Hasta bakıcılar haykırmamla bana dokunamıyor, elektrik çarpmış gibi hızla geri savruluyorlardı. Tarifi imkansız anlardı. Sadece "Çare sende, sabretmemde iken buralara geldiğim, çare aradığım için affet beni Rab'bim!" diye bağırdığımı hatırlıyorum.
Sonunda çıkarmayacaklarını anladığım için “Peki sabaha kadar bekleyeceğim şu koltukta, o odaya gitmeyeceğim.” dedim ve o koltukta sabahı ettim. Yasal prosüdür gereği beni çıkarmaya gelen, Manisa'da oturan kuzenim Nihal ablacığım, o masum üslubuyla "Gülüm, hadi ben yetimdim, öksüz de kaldım da bu hale geldim, ya sana ne oldu, neden düştün buralara?" dedi. Cevabım yoktu. Hiç sorma ablacığım diyebildim sadece. Ne geldiyse başıma insanları çok sevmekten, çok güvenmekten, iyilik yapma, iyi bir insan olabilme sevdasından geldi diyemedim.
O gün Manisa sokaklarında dolaşırken Sultan Camii yakınlarında, Saruhan Beyimizin türbesinin arka tarafındaki, Spil dağına doğru uzanan merdivenli sokak ilişti gözüme. Sanki beni çağırıyordu o merdivenli sokak. Karşı konulamaz bir güçtü. Çaresiz gittim, merdivenleri çıktığımda yemyeşil, çok güzel küçük bir mescit gördüm. Bahçesinde de kim olduğunu bilmediğim ancak mübarek bir zatın olduğu belli büyük bir kabir ve yanında başka küçük kabirler vardı. Hemen ellerimi açıp Fatiha, ihlas okudum. Tabeladan öğrendim, Yiğitbaşı Veli Ahmet Şemsettin-i Marmaravi Hz. imiş adı. Mescit kapalıydı. Yan taraftaki yangın merdiveni gibi olan merdivenle kubbeye yakın asma terasa çıktım. Sadece ağaçların yaprakları vardı ortalıkta. Bir de hasır bir kilim. Belli ki namaz kılmak isteyenler için bırakılmıştı. Hemen büyükçe çantamdan namaz elbisemi ve yaşmağımı çıkardım, namaza durdum. Aradığım huzuru bulmuştum. Sebebini bilemediğim, yaralarıma çok iyi gelen bir şefkat vardı bu güzel uhrevi mekanda...
Eve gelir gelmez internette araştırdım ve çok etkilendiğim, Yiğitbaşı ünvanının verilme sebebi olan hikayesini; Osmanlı dönemindeki sahte tarikatlarla hak olanları ayırt etme büyük başarısından ötürü ona hak ile batılı ayırt eden veli dendiğini de öğrendim. Dönemin padişahının sarayda kalması teklifini kabul etmeyerek memleketi Manisa'da hizmeti dilediği ve kurduğu dergaha kimseler gelmeyince her sabah amele pazarından getirdiği bir gurup ameleye ücretlerini ödeyerek ilim, ibadet içeren dersler verip dergaha kazandırdığı o inanılmaz hikayesini. Öğrendiğim başka bir bilgi ise günlerce ağlatmıştı beni. Meğer çok manevi sıkıntıda olanları kendine çeker, kendini buldururmuş Yiğitbaşı Veli Ahmed Şemsettin Marmaravi hazretleri...
Sonraki zamanlarda daha sık gitmeye başladım şehzadeler şehri Manisa'ma. Ayni Ali Hazretlerini, Saruhan beyimizi, torunu İshak Çelebi, Şekerci Babamız ve Manisa Tarzanı’mızı; 1975 yılında parasız yatılı sınavları için gittiğim günden hatırladığım o doyumsuz uhrevi kokusu ile Ulu camiyi, önündeki tıpkı Anadolu erenleri Hacı Bektaşi Veli, Şeyh Şabani Veli, Sarı Saltuk Dedemizin türbesinin de olduğu Alperenler tekkesi ve Manisa Kula'daki Tapduk Emre Dergahının bahçesinde de olduğu gibi sekiz yüz yıldır akan çeşmeyi ve yüzlerce yıllık ulu çınar ağaçları altındaki eşsiz Manisa manzaralı çay bahçesini, ağlayan kayayı, yedi kızları ziyaret ettim bir bir. Dilek çeşmesinde bu kez bambaşka dilekler diledim. Her gidişimde mutlaka Yiğit başı Veli hazretlerime, küçük mescitime de uğradım. Bu güzel mescitin ak sakallı nurani dedeler ve tertemiz yüzlü gençlerden oluşan çok güzel, küçük bir cemaati varmış meğer. Namaz vakitlerinde gelerek kapıyı açıyor, namaz sonrası tekrar kilitliyorlarmış. Beni de kabul ettiler; Asma terasın hizasındaki kubbenin altındaki pencere kadınlar bölümü olan balkonun kapısıymış, açıp içeri aldılar. Güzel cemaat aşağıda ben tek kadın olarak yukarıda birlikte cuma namazları kılmak bile nasip oldu çok şükür. Ne zaman daralsam, yolumu karıştırır gibi olsam trene atlayıp Manisa'ma, Yiğitbaşı veli hazretlerime koştum. Bahçesindeki pembe güllerine meftun oldum. Onun yüz suyu hürmetine ağlaya ağlaya dualar ettim, hiçbiri çevrilmedi, hep çok iyi geldi bana çok şükür.
Okuduğum Yunus Emre'mizin hikayesinden etkilenmekle çocukluk hayallerimden olan dervişliğin ilk dersini almak da Manisa'mda nasip oldu 2012 sonunda üstelik. Hem de aşığı olduğum Ulu caminin hemen dibindeki bir evdi dergahımız. Heyecanla gittiğim ilk günden hayran olmuştum ev sahibi olan güzel insanlara. Kendi dedelerim, ninelerim kadar sevmiştim en az onları da. Sevinçle kabul etmişlerdi, onlar da çok sevmişlerdi beni. Aşık kızımız, Züleyha'mız demişlerdi. Evliya yatağı Manisa'mızın manevi mimarlarından Şekerci Babamızın dostu da olan galibi dervişleri derviş sobacı Dursun dedem ve eşi derviş Gülşen ninem. Her cuma yüreği ağzında bir heyecan ve aşkla, Salihli'den Manisa'ya; Ay yıldızlı penceresinden başı dumanlı mor Boz dağları, yemyeşil bağları seyirle çocukluğumdan beri doyamadığım tren yolculuğu ile onlara gitmek çok güzeldi. Her cuma o nur yüzlü iki güzel insan pencerelerinde beklerdi beni. Duyduğumuz sevgi öyle yoğundu ki, bir birimizin gözlerine baktığımızda ağlamak gelirdi içimizden. Biz sadece burada değil cennette de beraber olacağız inşallah derdi derviş Dursun dedem. Çocukluğumu mu buluyordum onlarda, hiç doyamadığım tren yolculuğunda ve Manisa'mda, yoksa kendimi mi bilmiyorum. Özellikle eski Manisa'nın sokaklarında yürürken, kendimi sanki zaman tünelinden geçmiş, eski bir tarihte, gizemli, uhrevi anlarda yaşar gibi hissediyordum.
En son gittiğimde hastaydı Dursun dedem. Gözlerini açıp bakamadı bana, sevinçle ve muzipçe, Züleyha gelmiş diyemedi. Götürdüğüm çok sevdiği akide şekerlerini eline veremedim. Konuşurken ağzına attığı akide şekerini yutup; "Aaa! Yuttum şekeri, eee güldürüp yutturdunuuuuz! " diyerek suçu bize atamadı. Hac anılarını anlatamadı. İyi ki gitmişim, son bir kez görebilmişim. Sevdiğin birine geç kalmanın acısını çok iyi biliyorum çünkü. Yüce Rab'bimiz bizi sevdiklerimize geç kalmaktan, söylemek istediklerimizi söyleyememekten korusun inşallah.
Peş peşe ikisi de ebediyete göçtü geçtiğimiz yıllarda. Benim için Manisa onlarsız eskisi gibi olamadı. Yağmur sonrası güzelliğinde kabirlerini ziyaretle avundum. Hele boynumdaki Allah yazılı kolyeme bakınca bile ağlayan derviş Gülşen ninemin yüce Spil dağının gölgesindeki yeri ne güzeldi. Neden o kadar çok seviyordum ki onu. Fatıma annemizin elimiydi ki öptüğüm pamuk eli! Beyaz yaşmacığının kokusu sevgili peygamberimizin gül teri miydi! O güzel insanlar gibi; Allah'ımızın sembolü lalenin ana vatanı, şehzadeler şehri Manisa da illa aşk’la sevilirdi!..
İlla Aşk / Adevviye Şeyda
Hayırlı sabahlar. Sevgiler...