Eskiden şehirden birkaç aylığına ya da daha uzun süreliğine ayırılıp dönenler, şehirde hiçbir değişiklik olmadığını, bıraktıkları gibi gördüklerini söylerlerdi. Hatta şehirden temelli göçüp, 5-10 yıl sonra dönmek zorunda kalanlar da birkaç yeni bina dışında Adıyaman'da hiçbir şeyin değişmediğini ifade ederlerdi.
Şehrimiz, yani Adıyaman belki 30 yıldır, kurulan birkaç yeni mahallede yapılan yeni binalar dışında hiçbir değişim göstermedi. Şehir merkezimiz aynı, kütüphanemiz aynı, belediye binamız aynı, 2 yeni çevre yolu dışında bütün caddelerimiz sokaklarımız aynıydı.
Evet, neredeyse son 30 yılda şehri şehir yapacak hiçbir şey yapılmadığı gibi yapılan bütün binalar da bir şekilde kaçaktı. Şehrin bir mimarisi yoktu, bir estetiği, bir kent planı yoktu, bir trafik düzeni, bir otoparkı, üç beş arkadaşın bir araya gelip sohbet edeceği bir sosyal mekân da yoktu.
Bütün bu yokluklar içerisinde şehir bir bütün olarak bir çirkinlik abidesi gibi duruyordu. Evler sanki gökten bırakılmış, bırakılırken de bir oraya buraya çarpmaktan bir tarafları kopmuş, bazı katları çökmüş de bir yerlere rastgele yerleşmiş gibi duruyordu. Yan yana, aynı mimaride, aynı yükseklik ya da alçaklıkta iki bina görmek mümkün değildi. Sıradan bir Anadolu köyü dahi mimari ve estetik açıdan Adıyaman'dan daha bir şehir görüntüsü veriyordu.
Velakin şehrimizdi, vatanımızdı, ana kucağımızdı. Çocuğumuzu sever gibi severdik şehrimizi. Çirkinliğini, haylazlığını, yaramazlığını görmezden gelirdik. Hatta bu haliyle daha bir severdik. Lakin şehir olur diye de umudumuzu yitirmezdik.
Şubat ayının ilk haftasında, yani bundan 4 ay kadar önce depreme yakalandığımız Pazartesi sabahının ilk saatlerinde sevdiklerimiz gibi şehrimizin de bir daha asla geri dönmemek üzere bizi terk ettiğini anlamıştık.
Depremin ikinci, üçüncü, dördüncü ve takip eden günlerinde en sevdiklerimizi kepçelerle kazılan çukurlara kefensiz defnettiğimizde ağlayamıyorduk bile. Depremin üzerinden 10 gün geçmesine rağmen hâlâ cenazelerine ulaşamayan binlerce aile vardı çünkü.
***
Mevsim kış, hava soğuk, şehir mezarlık, geceler karanlıktı. Elektrikler kesik, sular akmıyordu. Fırınlar, marketler, kafeler, büfeler kapalıydı. Bir yerden bir yerlere ulaşmak mucizeydi. Sokaklar, caddeler, ana bulvar, değil araçların, insanların dahi geçebileceği durumda değildi. Yüzbinlerce insan dışarıda, yağmurun altında sığınacak yer arıyor, araçları olanlar bir nebze de olsa haline şükrediyordu... gündüzler su gibi akıyor, geceler bitmek tükenmek bilmiyordu. Depremden sağ kurtulanlar günlerce sevdiklerine ulaşabilmek için canla başla mücadele ediyordu. Lakin ellerinden bir şey gelmiyordu.
Depremin ilk günlerinde hepimiz sadece görebildiğimiz yerlerin yıkıldığını, diğer yerlerin iyi olabileceğini, hiç değilse gördüğümüz yerlerden daha kötü olmayacağı düşüncesi ile kendimizi teselli ediyorduk.
Kimimiz Filistin Caddesi'nden daha kötüsü olamaz,
kimimiz Sağlık Ocağı Caddesi'nden daha kötüsü olamaz
kimimiz Zey Yolu'ndan daha kötüsü olamaz, Kimimiz Sümerevler'den, Ali Taşı'ndan daha kötüsü olamaz,
kimimiz itfaiye civarından daha kötüsü olamaz,
Kimimiz Karapınar Caddesi'nden, kimimiz 1. çevre yolundan, Kimimiz 2. çevre yolundan, kimimiz Bahçelievler Mahallesi'nden, kimimiz Atatürk Bulvarı'ndan daha kötü bir yer olamaz diye bir başka yerin, gördüğümüz yerden daha iyi olma ihtimalini içimizde bir umut olarak taşıyorduk.
Oysa şehir az hasarla kurtulan birkaç istisna sokak ve mahalle dışında bir bütün olarak enkaz haline gelmişti. Yakınlarından birini kaybetmeyen hiç kimse olmadığı gibi, depremden hiç hasarsız kurtulan bir tek ev ya da bina da yoktu. Bunu anladığımızda depremin üzerinden 2 hafta gibi çok uzun bir süre geçmişti.
On binlerce insan hayatını kaybetmiş, on binlerce insan deprem dışındaki bölgelere sığınmaya gitmişti. Şehirde kalanlar, ne yapacağını nereye gideceğini bilmez bir halde oradan buraya koşturup duruyorlardı.
Çarşıya gidenler, bir mahalleden ötekine geçenler, bir enkazdan diğerine koşturanlar dönüşte evlerinin yolunu bulmakta zorluk çekiyorlardı. Gözleri kapalı koskoca şehirde her şeyi elleriyle koyduğu gibi bulanlar, gün ortasında nereye nasıl gideceklerini bilemiyorlardı.
Karanlık ve yağmur ve soğuk en büyük korkusu olmuştu şehirde kalanların.
10 yıllar boyunca bu şehirde hiçbir değişiklik olmadığını söyleyenler, deprem sonrasında yaşadıkları şehri tanıyamaz hale gelmişlerdi.
***
Biz şehrimizin on yıllar boyunca hiç değişmeyen halini özlüyoruz şimdi, sevdiklerimizi arkadaşlarımızı dostlarımızı özlüyoruz. keşke şehir kıyamete kadar değişmeseydi de o çirkin, o ucube haliyle bize unuttuğumuz o güzellikleri yeniden yaşatsaydı diyoruz.
O hiç değişmez dediğimiz, o kıyamete kadar değişmez dediğimiz şehir şimdi her gün tanımadığımız bir şekilde değişiyor.
Gün geçtikçe caddeler, sokaklar, mahalleler ıssızlaşıyor. Akşam saatlerinde önünden geçtiğimiz binalar sabahın ilk saatlerinde yıkılmış oluyor. Neredesiniz, bir çay içelim diyen arkadaşlara randevu verdiğimiz yerler 2 saat sonra yıkılmış oluyor. 10 yıllardır hiçbir şekilde değişmeyen şehir her gün, her saat, her dakika değişiyor. Şehir gittikçe seyreliyor.
Bizler, şehir ahalisi olarak artık güpegündüz gün ortasında ana bulvar'da dahi kavşakları karıştırıyoruz.
Nereden döneceğimizi, nereye gideceğimizi bilemiyoruz. Hiçbir yer on yıllardır gördüğümüz hiçbir yere benzemiyor. Sokakta, caddede gördüğümüz insanların neredeyse hiçbirini tanımıyoruz. Resmi kurumlar nerededir, ne iş yapar bilmiyoruz. Hangi sorunumuz için nereye müracaat edeceğimizi bilmiyoruz.
Bir çay içelim diyenlere nerede randevu vereceğimizi bilmiyoruz.
Çünkü on yıllardır her sokak başında karşılaştığımız arkadaşlarımız, buluştuğumuz çay ocakları, sohbet ettiğimiz evler, mekanlar iş yerleri yok artık. Barınacak bir yerimiz olsa da hepimiz yersiz, yurtsuz, mekansızız. Çoğumuz yetim, çoğumuz öksüz, çoğumuz kimsesiz. Ama hepimiz yaralıyız, hepimiz mahzun, hepimiz kederliyiz.
Bin yıl geçse değişmez dediğimiz şehir, enkazıyla, yıkıntısıyla, yeni türeyen ya da bizim yeni yeni fark ettiğimiz ahlaksız ve vicdansızlarıyla, yağmacı ve rantçılarıyla öyle bir değişti, öyle bir değişti ki bizim artık kendisini tanımakta zorluk çekeceğimiz raddeye ulaştı.
Biz şehrin, şehir bizim içimizde ölüp gitmişti sanki... Lakin biz mi şehrin katili olmuştuk yoksa şehir mi bizim orası henüz tam olarak anlaşılmamıştı.
***
Evimiz, yuvamız, yurdumuz, vatanımız, çocuğumuz gibi sevdiğimiz şehir, şimdi tanımakta, yürümekte, adres vermekte zorluk çektiğimiz bir enkaz yığını, korkulu bir mezarlık haline geldi.
O hiç değişmeyen, o eski, o çirkin, o her türlü estetik ve mimariden yoksun, o şefkatli ve merhametli, o vicdanlı ve ahlaklı, o her sokağı, her caddesi, her mahallesi, her kaldırımı evimiz yuvamız yarimiz olan şehrimizi özlüyoruz, hem de çok özlüyoruz...
***
Bazen hiç deprem yaşamamışız gibi arsızca paylaşımlar yaptığımıza bakmayın. Bu, bir şeyler yoluna girdiğinden değil, hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmayacağına inandığımızdandır...