Dün, torunum Kutluhan'ı hanımımla birlikte Keçiören 23 Nisan İlköğretim okulunun üstündeki çocuk parkına götürdük. 9-10 yaşlarında iki Iraklı Göçmen çocukla tanıştım. Birinin adı Yusuf, diğerinin adı ise Muhammet'ti. Her ikisi de 3 yıldır Türkiye'de imiş ve Türkçe biliyorlardı. Yusuf'a sordum:
- "Yusuf" isminin anlamı ne?
- Peygamber ismi amca.
- Hangi Peygamber? Ne yapmış Yusuf Peygamber?
Cevap yok...
Muhammet'e sordum:
-Muhammet, hangi Peygamber?
-Bilmiyorum amca.
Yusuf atıldı:
- Amca, bizim Peygamberimiz. Söylesene lan...
Anladım ki, Yusuf daha atılgan ve daha zeki idi. En azından halinden biraz daha memnun gibiydi. Söyleşimiz devam ettikçe öğrendim ki; Yusuf'un annesi Irak'ta kalmış. Babası ölmüş. Nerede ve nasıl öldüğünü söylemedi. Irak'ta yaşayan Şiiler onları hiç sevmezmiş. Ailesi ve akrabaları sünni imiş. Keçiören'de Kur'an kursuna gidiyormuş. Ayrıca, ilköğretim Okulu'na... Muhammet'in de ailesi Irak'ta kalmış. Her ikisi uzaktan akraba imişler ve onları, amcaları Ankara'ya getirmiş. Muhammet özellikle annesini özlüyormuş. Ve bir an önce Irak'a dönmek istediğini söyledi. Yusuf ise, hiç dönmeyeceğini ve Türkiye'de kalacağını..
Yusuf:
- Amca, biliyor musun bu parktaki insanların % 75'i Iraklı ve Suriyeli göçmen.
- Evet, görüyorum. Bu civardaki diğer parklarda ve sokaklarda da çok Iraklı ve Suriyeli görüyorum. Haaa bir de zencileri görüyorum. Sanırım onlar da Somalili...
- Evet, amca; Somalili çok çocuk var, bizim okulumuzda.
***
Bir taraftan torunumu salıncakta sallarken, öbür taraftan derin düşüncelere dalmaktan kendimi alıkoyamadım. Gerçekten de; Arapça ve Kürtçe konuşmalarından, yüzlerinden, tavırlarından, çarşaflı tesettürlerinden bize, kültürümüze çok uzakta olduklarına inandığım insanları yarı kaygı, yarı merhamet duyguları ile çaktırmadan izlemeye devam ettim.
Parkın kenarındaki yuvarlak büyükçe bankın çevresinde oturan 60 yaşın üstünde 5 adama gözüm ilişti. Torunumu hanımıma bırakarak, bankın yanına doğru yavaş adımlarla yaklaştım. 2-3 dakika kulak misafiri oldum. Arapça konuşuyorlardı. Selam verdim, yaklaştım.
- Nasılsınız? Yanınıza oturabilir miyim? dedim.
Buyur ettiler, "Ehlen ve sehlen" dediler. Yani, "Hoş geldiniz!"
Dördü Telafer Türkmenlerindenmiş, biri ise Bağdat Araplarından. Türkmen olmalarına rağmen sadece 2'si Türkçeyi ve Türkmence biliyormuş. Diğer iki Türkmen ve bir Arap ise sadece Arapça..
- Türkiye'den memnun musunuz?
- He valla çok memnunuz.
- Geçiminizi nasıl sağlıyorsunuz?
- Çocukların hepsi çalışıyor. Biz çalışmıyoruz. Devlet yardım yapıyor, para veriyor.
Ne kadar para aldıklarını sormadım, edebim müsaade etmedi.
- Peki, Irak'a dönecek misiniz?
- Yoooo, yoook. Dönmeyeceğiz. Çoluk çocuk geldik. Çocuklar iş sahibi oldu.
- Irak'ı kime teslim ettiniz? Biliyor musunuz, Irak; Amerika'nın İsrail'in eline teslim edildi. Irak'ta kalıp da mücadele etseydiniz, hem sizin için hem bizim için iyi olmaz mıydı. Torunlarınıza anlatacağınız destanlar yazardınız.
Türkçesi diğerlerine göre çok iyi olan ve sanki grubumun lideri gibi duran yaşlı adam:
- He valla, iyi olurdu. dedi. Sadece, bu kadar...
Belki, endişesinden, sorum üzerine ürkmesinden; belki de gerçekten o da benim gibi düşündüğünden; bilmiyorum. Böyle cevap verdi:
- He valla, iyi olurdu...
Kendilerini üzmeden nezaket ölçülerinde biraz daha konuştum. Son sözüm de şu oldu:
- Senin Türkçen iyi. Benim bu düşüncelerimi, ben sizden ayrıldıktan sonra, lütfen arkadaşlarına anlat. Allah, yardımcınız olsun.
Bu son sözümü dedim ve hanımımın uzaktan el işareti üzerine yanlarından ayrıldım.
***
Mübarek ENSAR-MUHACİR kavramlarını istismar denler, siyaseti menfaatlerine aracı kılanlar bilmelidir ki, büyük vebal altındadırlar. SADECE BU VEBAL BİLE, mevcut iktidar temsilcilerinin miadlarını doldurduğu kanaatimi, gittikçe kuvvetlenmektedir.
Prof. Dr. Ahmet KIYMAZ (17 Eylül 2019)