Ne kadar da yorgundum. Ne kadar da çaresizdim.

Hava güzel; çarşı kalabalıktı. Altından geçtiğim akasyaların dalları başıma değiyordu. Herkesi, her şeyi yeni baştan tanıyacakmışım gibi bir his vardı içimde

Abone Ol

Kahvaltıdan sonra dışarıya çıktım. Hava güzel; çarşı kalabalıktı. Altından geçtiğim akasyaların dalları başıma değiyordu. Herkesi, her şeyi yeni baştan tanıyacakmışım gibi bir his vardı içimde. Kalabalığın içinde nereye gittiğini bilmeyen yüzlerin sayıları gittikçe artıyordu. Elinde sigarası, adımlarını sayarak yürüyen insanların evden çıkmış olmak için sokağa fırladıkları o kadar belliydi ki muhtemelen ya benim gibi bir köşede oturup çay içecek birini arıyorlardı ya da çarşıyı bir uçtan bir uca gezip iyice yorulduktan sonra aynı caddeden ve kaldırımdan evin yolunu tutacaklardı. Vitrinlerin, müşterilerin ve pazarlıkların değişmediği çarşıda, esnaf her gün dükkânlarının önünden geçenleri ezberlemişti artık. Belki birçoğunun isimlerini de biliyorlardı. Hatta ne iş yaptıklarını, saat kaçta dükkânlarının önünden geçeceklerini de biliyorlardı. Bence birçoğu, bu insanların evlerinde ne olup bittiğini de biliyordu!

Asırlık çınarın gölgesinde kalan Eskisaray Camisinin yirmi dört saat şarıl şarıl akan buz gibi suyuyla elimi yüzümü yıkadıktan sonra duygularımın beni sürüklediği yürüyüşe devam ettim.

Heykel meydanına vardığımda aklımda en çok yer eden oturakçı pazarı tarafına döndüm. Otuz yıldır arabayla geçiyordum burayı. Fırınlar, lokantalar, el arabalarının yerinde yeller esiyordu. Maydanozcu, şerbetçi, nohutçu da yoktu. Tamirciler, lehimciler, kalaycılar bir köşeye sıvışmış, kaybolmayı bekliyorlardı. Terzi, yüncü, eskici muhabbet yeri olmuştu. Peynirci, yoğurtçu, tatlıcı, simitçi desen hak getire. Sırtında kilimle fiyat arayan tellallardan da eser yoktu. Kuyumcular, telefoncular, sigara, sakız, bisküvi satan büfeler vardı birçoğunun yerinde.

Birde bir köşede unutulmuş birkaç çanakçı çömlekçi.

“Köylü müşterim var az biraz, onları bekliyorum” dedi sorduğum da bir tanesi.

Tek katlı, teneke çatılı dükkânlar yerindeydi, ama onların da içi değişmişti.

Közlenmiş biberi üzeri peynirli ekmeğin arasına koyup ayranla yudumlayanlar da yoktu. Oradan geçenlere, “Buyurun, hazıra eyvallah,” diyenler de…

Tepsiyle çay dağıtan bir çocuk ve birkaç kilim, halı satan bir dükkân gördüm sadece.

Üstünü kapatmışlardı pazarın. Oldum olası tarihi mekânları modern donatılarla restore edilmesine karşıydım. Bugünün teknolojisiyle eski yapıları aslına uygun tamir etmek daha kolay ve mümkünken, ucube malzeme ve tekniklerle aslından uzak bir biçimde inşa etmek beceriksizlik ve bilgisizlikten başka bir şey değildi.

Sokaklar çay dağıtan çırakların gür sesleriyle çınlıyordu. Gaz ocağında ısıtılan bıçaklarla ayakkabılarını yamayanlar yoktu, ama yoksulluk aynı yoksulluktu.

Hısn-ı Mansur çay ocağına girince bir tuhaf oldum.

Odun sobasının önünde az çay içip memleket meseleleri tartışmamıştık. Pazar günleri şehrin dışından gelen tespihçiler, mezadı burada açarlardı. Çeşitli boyda ve renkteki tespihler alıcıların ellerinde dolaşır, hak ettiği değeri buluncaya kadar pey sürerlerdi. Her hafta sonu ellerinde koca koca bavullarla mutlaka bir tespihçi olurdu burada. Öğle namazından sonra sehpalar birleşir, soğuk, buz gibi ayran eşliğinde hep birlikte yemek yenirdi. Hemen arkasından ince belli, yaldızlı cam bardaklarda demli çaylar içilirdi. Yemek, genellikle közlenmiş biber, domates ve patlıcan olurdu. İki, hatta üç ekmek yiyenler vardı içlerinde. Şapka ve şalvar terzileri, yüncüler, bakırcılar, ikinci el eşya ve elbisecilerin eski neşeli halleri olmasa da sigaralarını tüttürüp çaylarını yudumlayarak müşteri bekleyenler hâlâ vardı.

Alevi bir kızla evlendiğim için suç işlediğimi düşünen akrabalarım beni görünce yolunu değiştiriyorlardı. Göz ucuyla baktığımda onların da beni göz ucuyla süzdüklerini görüyordum. Suçumun affedilmeyecek olmadığına inanan, ama yakınlarından azar işitirim korkusu taşıyanlar çoğunluktaydı. Bir gün beni anlayacaklarından adım gibi emindim. Bu insanların bir gün beni gördükleri yerde boynuma sarılıp affedilmelerini isteyeceklerini biliyordum, ancak bunun uykusuz gecelerimi, baba oğul kavgalarıyla kâbusa dönen günlerimi, birazdan bu konu açılırsa ağzımızın tadı kaçar korkusu yaşayan kızlarımın ve Fatma’nın bu sebepten ağaran saçlarını geri getirmeyeceğinin de bilincindeydim. Nitekim umudunu yitirmiş kızlarım ve karım tamamıyla yeni bir hayata alışmış, benim de boş yere kendimi tüketmememi istiyorlardı. Bugün sokakları ve kaldırımları adımlamamın arkasında bu düşünce yatıyordu biraz da. Hayata yeni bir gözle bakabilir miydim? Gördüklerime değil de görmek istediklerime odaklanabilir miydim? Beni üzeceklerle karşılaştığımda sebebi ne olursa olsun kafaya takmamayı başarabilecek miydim? Başka bir şehir, başka başka insanlar girmeliydi dünyama. Kafamın içinde çürük çarık ne varsa silip atmalıydım. Birbirimizle günahlarımız üzerinden yarışırken günahı daha az olanın kazanamayacağını bildiğimiz halde ipi göğüslemek için her türlü alçaklığa tenezzül ediyorduk. Bu kavgadan uzak durabilecek miydim?

Ah Ahmet ah… Ah Kader bebek ah… Ne kadar da yorgundum. Ne kadar da çaresizdim.